4 Ağustos 2009 Salı

TEMEL DEMİRER / 70’LERDEN KALAN[*]


Seni kendimden tanıdım çocuk
Yüreği sürekli çiğnenen bir yol
Gövdesi acılardan avcılara köprü.”[1]


“Üç Kuşak Gençlik (Türkiye’de Gençlik Hareketleri)” başlıklı soru(n)dan benim hesabıma düşen 70’ler…
70’lere dair konuşmak yüreğimin pel pet etmesi demektir benim için…
Kolay mı?
70’ler bana aşık olmayı öğretti; hâlâ aşığım!
70’ler bana isyan etmeyi öğretti; hâlâ isyancılarla atıyor yüreğim!
70’ler bana başka bir dünyanın mümkün olduğu; bunun da tek yolunun devrim olduğu bilincini verdi; kimileri “dogmatik” bulsa da ben hâlâ “Tek Yol Devrim” derim…
Ve nihayet ateşin, güneşin çocuklarına minnet duygularıyla hâlâ hayranlık beslerim…
Hayır; lafı uzatmanın bir alemi yok; dediklerimin özeti şu: “Ne kadar uzun yaşarsanız yaşayın; ilk yirmi yıl, ömrünüzün en uzun yarısıdır,” der ya Southey…
Bu doğrudur… Hem de çok doğru…
İlk yirmi yıl; benim ömrümün en uzun yarısıydı; o kesitte 70’lerdi; bana insan olmayı öğreten günlerdi…



Hani İbrahim Kaypakkaya’nın, “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor; belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak,” derken Mahir Çayan’ın o gür sesiyle haykırdığı zamanlardı: “Kişiliklerinde devrim yapamayanlar, devrimci olamazlar…
“Biz Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!
“Düşenler, devrim için; devrim yolunda vuruşarak düştüler kalbimize, ruhumuza ve bilincimize gömüldüler...
Onlar; kurtuluşa kadar savaş şiarini devrim yolunda kanlarıyla yazdılar...
Yolumuz, devrim yolunda düşenlerin yoludur…”
O günlerde yazıldı ODTÜ’deki “Devrim” yazısı…[2]
O günlerde çizdik; insan olmak ve kalmak babındaki yol haritamızı…
O günlerde düştük yola; bir İspanyol Atasözü’ndeki gibi, “Ey yolcu bil ki yol diye bir şey yoktur; yollar yürünerek yaratılır…”
70’liler yollarını yürüyerek açtı; açtıkları yol aşkın ve hayatın yoluydu; çünkü hayatı böylesine müthiş bir aşk ile sevmeyenler, hayatı savunmak için bu denli gözünü budaktan esirgemeyen bir kararlılıkla yaşayıp/ yaratamazlardı…
Evet, evet 70’li yıllar canı pahasına yarattı; bu tarihin tanık olduğu en müthiş devrimci romantizmlerde biriydi… (Geçerken bir şey daha: 70’lerde yaratılan tarih, onca zaman sonra bugünlerde de tarihi “yorumlamakla iktifa edenler”in tartışma konusuysa hâlâ hayatiyetini koruyor demektir…)
Ben o günleri çok sevdim; hâlâ da seviyorum; nasıl sevmeyeyim?

70’LER…

Yaratanlarının Hacı Bektaşi Veli’nin, “Oturduğun yeri pak et, kazandığın lokmayı hak et,” sözüyle betimlenmesinin de mümkün olduğu 70’li yıllar... Umudun karamsarlığın ötesinde olduğu; Marx’ın “11 Tez”ine sırt dönülmeyen; eylemin önder olduğu yıllardı…
O yıllarda söz onurdu; söz vermek kelle koltukta yaşamak; en ön safta olmaktı…
Bu dediklerim bugünlerde ne anlatır acaba?
Her neyse devam edeyim…
İspanyol paça, apartman topuk, Antoine gömlek, mini etek, blucin, bikini, Roma sandalet, tokyo, uzun saçın moda olduğu o kesitin derin fay hatları üzerinde yaşadık; gülümsedik; yeni bir dünyanın hayallerini kurduk…
Beatles’ı, Bob Marley’i, Pink Floyd’u, The Doors’u, Rolling Stones’u diledik…
Leonard Cohen’ı, Bob Dylan’ı, Cat Stevens’ı, Elton John’u, Jimmy Hendrix’i, Simon & Garfunkel’ı, John Lennon’u, Joan Baez’ı, Johnny Hallyday’i, Sylvie Vartan’ı, Marc Arian’ı, Dario Moreno’yu mırıldandık…



Haksızlık edip Ruhi Su’yu, Aşık Veysel’i, Aşık İhsanî’yi, Mahzunî Şerif’i, Timur Selçuk’u (ille de ODTÜ Konserini), Sümeyra (ve Berlin İşçi Korosu’nu), Selda Bağcan’ı, Zülfü Livaneli, Cem Karaca (ve Tamirci Çırağı’nı), Moğollar’ı, Sezen Aksu’yu, Hümeyra’yı, Zeki Müren’i, Ajda Pekkan’ı, Semiramis Pekkan’ı, Nilüfer’i, Rana-Selçuk Alagöz’ü, Fecri Ebcioğlu’nu, Juanito’yu, Tanju Okan’ı (ve Kadınım’ı), Esin Afşar (Bayan ‘Yoh Yoh’), Füsun Önal’ı da zikretmeden geçmeyeyim… (Ya Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Tarık Akan, Melike Demirağ (Arkadaş filmi), Gülşen Bubikoğlu, Hababam Sınıfı, Ömür Göksel, Özdemir Erdoğan, vd’leri… Onlar unutulabilir mi?)
Sonrasında da başta Carlos Marighella’nın “delikli” kent gerillası kitabı olmak üzere, Che Guevara’yı, Mao’yu, Marx’ı, Lenin’i, Jean Paul Sartre’ı, H. Marcuse’yi, Erich Fromm’u, Wilhelm Reich’ı, Simone de Beauvoir’ı, Hermann Hesse’i, Halil Cibran’ı, Andy Angela Davies’i, Malcolm X’i okuduk son satırına kadar olmasa da…
Filistin, Vietnam, Angola, Gine Bissao ya da başkaldıran Latin Amerika, avucumuzun içi ya da sevgilimizin gözleri kadar tanıdık/ bildikti; aşinaydı biz(ler)e… İlk kez öpüştüğümüz günlerdi; bütün delikanlıların Leyla Halid’e aşık olduğu veya hiç unutulmayan “ilk aşklar” mevsimiydi sözünü ettiğim zaman dilimi…



“Yankee Go Home!” diye haykırdığımız günlerdi; DİSK fabrikalarda örgütleniyordu; sol dalga yükseliyordu; Kürtler yeniden tarihin sahnesine çıkmak için silkiniyorlardı…
Eş zamanlı kesitte ‘68 canlıydı; Vietnam yerküreyi sarsıyordu…
Çiçek çocukları, parka-postal, Stalin bıyık hayatın bir parçasıydı…
Kimileri Hindistan’a gitmek, esrar, Milliyet Liselerarası Halk Oyunları Yarışması, yeni yeni boyveren diskoteklerin meraklısıyken; kimileri Yılmaz Güney’i, AST’ı, Dostlar Tiyatrosu’nu izler; “Halk Savaşı”na, “İşçi Sınıfı”na, “Leninist Örgüt”e, “Öncü Savaşı” ile “Suni Denge”ye kafa yoruyordu…
Bu müthiş ciddi bir çabaydı…
Gazete kâğıdıyla kaplı “ağır” kitaplar okunur; Nâzım Hikmet’in, Ahmet Arif’in, Hasan Hüseyin’in, Attila İlhan’in, Ece Ayhan’ın şiirleri ezberlenirdi…
Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’i, Adalet Ağaoğlu’nun ‘Ölmeye Yatmak’ı okunurdu; ‘Çimento’, ‘Ana’, ‘Kızıl Süvariler’ baş uçundan eksik edilmezdi…
O günlerde, Sahaflar da, Ankara’daki Zafer Çarşısı da böyle ya da bugünkü gibi değildi; çok önemliydi…
Ve çoğunluk “Birinci’, ‘Bafra’ içilirdi; Yeni Ortam, Politika, Demokrat okunurdu…
“Bir-İki-Üç- Ernesto’ya Bin Selam, Daha Fazla Vietnam!”; “Tek Yol Devrim”; “Yolumuz İşçi Sınıfının Yoludur”; “Halka Kalkan Faşist Eller Kırılır”; “Fabrikalar, Tarlalar, Siyasi İktidar Her şey Emeğin Olacak” sloganlarıyla kaplıydı duvarlar…
Sık sık yığınsal mitingler, gösteriler, korsanlar olurdu…
İşçiler greve gider, haklarını alırlardı… (Yani bugünkü gibi değildi tablo!)
Tabii, en kaba hatlarıyla bu işin bir yanıydı…



Öteki yana gelince: Coca Cola’nın hayatı henüz kolonize etmediği, Çamlıca gazozunun “aslanlar gibi” direndiği, Ses-Hayat-Hey Dergili, İTÜ’nün siyah beyaz TV deneme yayınlı, Komili sabunlu, Nestle gofretli, yazlık sinemalı, faytonlu, Vita-Sana yağlı, Bağdat Caddesi’nde “piyasa yapma”nın çok mühim olduğu, “arkası yarın”lı, 33’lük ve 45’lik plakların, Karaoğlan’ın (Suat Yalaz), Red Kit’in, Tommiks’in, Teksas’ın, Zagor’un gündelik hayatta müthiş önemsendiği günlerdi…
Öncesi ve sonrasıyla 12 Mart darbesine denk düşen o günlerde ‘Komünizmle Mücadele’ dernekleri, Fruko adını taktığımız toplum polisleri, Faruk Sükan’lar, Ülkü Ocakları, Demirel’ler, durmadan “kadayıfın altı”ndan söz eden Erbakan’lar, Türkeş’ler, Milliyetçi Cephe’leriyle, Malkoçoğlu gibi üzerimize saldırırlardı…



Evet, “Özel Harp” faaliyetleriyle o günlerde tanıştık…
Yani Bülent Ecevit’in 1973’te Başbakan olunca varlığını fark ettiği, 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı başta olmak üzere, bir dizi katliam ve provokasyonun ardındaki o güçle; 1 Mayıs 1977’nin, 7 TİP’li öğrencinin katilinin; 16 Mart 1978’in, Maraş ve Çorum katliamının mimarlarıyla o günlerde göğüs göğse dövüştük… (70’liler Çatlı’yı, Çakıcı’yı, Kırcı’yı, “Üşüyorum” diyeni (Muhsin Yazıcıoğlu) ve ötekileri iyi bilir, yakinen tanır…)
Ve o günlerde kuşağım sadece ve sadece, ne yapması gerekiyorsa onu yapmıştır…
Yapılması gerekenlerde, zerrece payı olmayanların, “O yıllarda dünyanın benzer ülkelerindeki gençlerle ortak bir dramı yaşadık biz,”[3] demesine gelince; ne diyeyim?!
En iyisi John Langshaw Austin’in, ‘Söylemek ve Yapmak’ına[4] göz atsınlar!
Yapmayan bir söz o günde boş gevezelikti; bugün de gevezeliktir!
O gün de gevezeler vardı; bugün de gevezeler var!
Onların işi ellerini kirletmeden, yüksek perdeden “akıl verip”, “ah-ü vah” çekmektir… (Bırakalım sanatlarını icraya devam eylesinler!)
Sonra, sonra 70’li yıllar... Bir 12 Eylül sabahında kesintiye uğratıldı…
12 Eylül karanlığı, Metris’i, Mamak’ı, Diyarbekir’i, sürgünü, işkenceleri, ihanetleri, “elveda edebiyatçıları”, “tarihin sonu” söylenceleri, sınıftan kaçış ve devrimin “imkânsız”lığı gevezelikleri, tövbekârlarıyla karşımıza dikildi…
Bu hikâye tarihte ilk değildi; daha önceden de tarih buna tanıktı; bu da aşılacaktı…
Tıpkı Yılmaz Güney’in dilinden düşürmediği, “Ne ağlarsın benim zülf-ü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama” türküsünde dile getirdiği gibi…

DEDİKLERİM ÜZERİNE…

“Biliyorum”; buraya dek ifade ettiklerim kimilerini kesmedi; şimdi, hemen, şu an, “dogmatik”, “dinozor” vs… ilan edilebilirim…
Ancak belirteyim; bu tür nitelemeler umurumda değil; ateşin ve ihanetin içinde yaratılan serüvenleriyle 70’liler lafların insan öldürmeyeceğini; kem sözün de sahibini bağlayacağını unutmazlar…
İçinizden birisi; “Hatasız mıydınız yani?” derse eğer; “Elbette hatalarımız vardı”; ama iş yapanlar, bir öyküsü olanlar “hata” yaparlar; “hatasızlar”, hiçbirşey yapmayan “canlı ölüler”dir… der ve eklerim: 70’liler yaptıkları olumluluklarla değerlendirilmelidir; çünkıü “kötü ve hata” örnek değildir…



70’liler insan olmak/ kalmak babında önemli bir tarihi örnektir…
Bencil, çıkarcı, fırsatçı, korkak, yalancı, dalkavuk, güvenilmez, zayıf kişilikli, dönek “küçülmüş insan” tipolojisinin bir reddiyesi olan 70’liler; kapitalist tüketim toplumu normlarının devrimci inkârıdırlar…
Richard Senet’ın, ‘Yeni Kapitalizmin Kültürü’nde dikkat çektiği;[5] veya John Berger’ın, “Dünyayı piyasa hâline getirmeye çabalayan küresel iktidar ‘tüketmedikçe kendini boşlukta hisseden tüketiciler’ yaratmaktadır.”[6] “Reklam imgesi, alıcıdan aslında onun kendisine karşı duyduğu sevgiyi çalar, sonra da bu sevgiyi ona, alacağı ürünün fiyatına yeniden satar,” diye betimlediği kapitalist tüketim toplumu insanı, insan olmanın erdemlerine yabancılaştırmaktadır…
Artık “uğruna dağların delindiği” sevdalar; ölünesi davalar yoktur; insan hazları, istemleri kontrol altındaki bir makinedir…





‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da bu durumu K. Marx, “Tüm yaşamı uyku, yemek ve benzeri şeylerin getirdiği fiziksel kesintiler dışında kapitalist için çalışmakla geçinen kişi yük hayvanlarından bile aşağıdadır. Kendi dışında zenginlik üreten bir makinedir yalnızca,” diye resmederken; Ernestro Che Guevara da, ‘Küba’da Sosyalizm ve İnsan’da (1967) ekler: “Kapitalist toplumda bireyler, genellikle kavrayışlarının ötesinde kalan acımasız bir yasanın egemenliği altında yaşar. Yabancılaşmış insan bütün topluma görünmez bir göbek bağıyla, değer yasasıyla, bağlıdır. Bu yasa bireyin yaşamının bütün yönlerini etkisi altına alarak onun kaderini belirler. Kapitalizmin kör ve sıradan insanlara görünmez olan yasaları, bireyi, o farkında olmaksızın etkisi altına alır. Bireyler yalnızca önlerinde sanki sonsuzmuşcasına uzanan ufkun genişliğini görür…”
Tam da böyle; kapitalizmde insan olmanın bir anlamı kalmamıştır.
Anlamın yitirilmesiyle de, gerçeklik bir şey ifade etmez olmuş ve söylenen “söz”ün önemi yitirdiği yok oluş noktasına gelinmiştir…
Kafka’nın Gregor Samsa’sı karşımızdadır; bu da tüketim toplumu kalıplarının biçimlendirdiği irrasyonel bir deformasyondur…
70’ler gençliği bu deformasyona karşı dövüşmüştür; onları farklı kılan da budur zaten.
Evet, 70’lerin gençliğini belki de en iyi; F. Dostoyevski’nin, “Tam bir bilinçlilikle ve her türlü baskının dışında istemli bir biçimde adanmak, insanın kendini başkalarının yararına adaması bence kişiliğin en büyük gelişiminin, yüceliğinin, yetkin bir biçimde kendine sahip olmanın, en büyük özgür seçişin belirtisidir”; Bir Latin Atasözü’nün, “Ağaç ağaca, insan insana yaslanır”; A. Malraux’nun, “Yalnız benim olanın benimle ne ilgisi var?”; Selim Yalçıner’in, “Korkularımızdan sıyrıldıkça özgürleşiriz,”[7] sözleri betimler…

EVET, İNSANİ BİR İSYANIDIR 70’LER!

O hâlde; bugünlerde bir kez daha 70’lerin geleneği üzerine kafa yorulmalıdır.
“Gelenek” deyince, sözü sevgili Sibel’e bırakıyorum: “Her kuşak hiç kuşkusuz ki, ardılına sınırsız sayıda beceri, teknik, bilgi, deneyim, izlenim, anlayış, buluş, davranış tarzı, imge, simge, fikir, yapıt, biçem, tarz, vb. vb… devreder. Ve yine hiç kuşkusuz ki bunların tümü ‘ardıl kuşak’ tarafından gelenek olarak muhafaza edilmeye değer bulunmaz. Bazıları benimsenirken diğerleri unutulmaya terk edilir.
Bu saptama, bize geleneğin aslî özelliğine getirmektedir. Geleneği gelenek kılan, onu tanımlayan yönü, vericiler, aktarıcılar tarafından değil, alıcılar tarafından seçilime tabi tutulmasıdır. Şu hâlde (…) geleneğin bir aktarım değil, bir seçilim, alım ve kabullenme sorunu olduğunu vurgulamak gerekir. (…)
Hiç kuşku yok ki, gelenek, hiçbir tercihle karşı karşıya değildir ve bunların hiçbirini yapamaz. Tercihlerle karşı karşıya olan, ve bu tercihlerden birini (ya da başkalarını) hayata geçirecek olan, geleneğin/geleneklerin taşıyıcısı olma savındaki toplumsal varlıklar olan insanlardır!
Bu saptama, ileri sürülebileceği üzere bir belit değildir! Toplum (ya da kültür) bilimlerinde gelenek (ya da kültür vb.) gibi kendilikleri etkin özneler olarak ele alma eğilimi, çoğunlukla bu kendiliklerin etkin taşıyıcıları, aktarıcıları, alıcıları, müzakere edicileri, dönüştürücüleri vb. olan insanların algı alanından silinmesi riskini ortaya getirmektedir.





Evet, gelenekleri toplum içinde yaşayan, üreten, bölüşen, tüketen, yöneten/yönetilen, etkileşim hâlindeki insanlar geçmiş kuşakların dağarcığından seçerek alır, benimserken dönüştürür, kendi koşullarına uyarlar, müzakereye sokar… Şu hâlde gelenek edinimi dinamik bir süreç, gelenekler ise, süregenlik imgesiyle yüklü değişken görüngülerdir.”[8]
Sunay Akın’ın, “Kağıttan bir gemidir devrim;/ kim bilir kaç yunus görmüş,/ kaç ‘Deniz Gezmiş’!!” dizeleriyle betimlenmesi mümkün olan 70’lerin bugünlere bıraktığı mirasın geleneği sürdürülmelidir; bunun dışında bir gelecek; olsa olsa ceberut bir geleceksizliktir…
Dünü bu güne bağlayan; öncelikle bize ait ve geleceğimizle ilgili olmasıdır. 70’leri dünden bu güne taşıyan da zaten budur.
Bu gün artık 70’lere değil, bu geleneği özümseyerek yürüyenlere, doğruları arkasında duranlara, kararlı olanlara, özverilerde bulunanlara ihtiyacımız vardır.
Hayır; ideoloji-politik bir şey önermiyorum; böyle şeyler önerilip, vaz’edilemez… Seçilir; seçim sizin…
Ben size olsa olsa, insan olmanın öneminden, vazgeçilmesi mümkün olmayan gerekliliğinden söz edebilirim…



Bugünlerde 70’lerin insani itiraz geleneğine her zamankinden daha fazla muhtacız…
Birkaç gazete haberi bile bunun böyle olduğunu kanıtlamaya yeter de artar…
* Adana’da “taş atan çocuklara” yine ceza yağdı. Beşi çocuk dokuz kişiye örgüt üyeliği ve örgüt propagandası yapmak suçlarından 3.5 yıl ile 7 yıl arasında değişen hapis cezaları verildi![9]
* Şırnak’taki bir eylemde görüntülenen iki çocuğun 20 yıl hapsi istendi. Tek delil olan görüntülerde yüzü kapalı olan bir çocuğun sanık olduğu iddia ediliyor. Diğerinin ise elinde taş bile yok![10]
* Adana’da, ağır ceza mahkemeleri “polis fezlekesine” dayanarak çocuklara ceza yağdırmaya devam ediyor. Protesto gösterilerinde “kaçarken yakalandıkları” öne sürülen yedi çocuğa toplam 33 yıl 10 ay hapis cezası çıktı![11]
* Hakkâri’de polisin çocuk göstericilere müdahalesi kan akıttı. Başına dipçikle vurulan çocuk ağır yaralandı. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda bir çocuk, polisin başına dipçikle vurması sonucu ağır yaralandı![12]



* Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporuna göre, 2008 yılında faili meçhul cinayetlerde, yargısız infazlarda, gözaltında ölümlerde, önceki yıllara oranla düşüş değil artış yaşanıyor![13]
* Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, “şehit edilen her asker için bir DTP’li öldürülmeli” denilen yazıyı Bolu Ekspres gazetesinde kaleme alan Işın Erşen’le ilgili takipsizlik kararını, Düzce Ağır Ceza Mahkemesi’nin de onayladı![14]
Burada duruyorum; bu kadarı yeter de artar bile…
Haksızlığın, hukuksuzluğun dört yanı kuşattığı coğrafyamızda şimdi; onurun, itirazın, mücadelenin ne demek olduğunu biz(ler)e anlatan 70’ler geleneğini hatırlama/ hatırlatma zamanıdır!
70’ler geleneği “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil,” diyen(lerin);
dünyaya aşağıdan bakan(ların);
yaşadıklarından asla pişman olmayan(ların);
John Maxwell’in, “İnsanlar, onları ne kadar umursadığımızı bilmedikçe, ne kadar bildiğimizi umursamazlar...”; Bertolt Brecht’in, “Yenilgilerimiz, rezalete karşı savaşa katılanlarımızın yeterince kalabalık olmadığından başka bir anlama gelmez”; V. İ. Lenin’in, “Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır,” sözlerine müthiş değer veren(lerin);



sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerin);
hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(ların);
ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin);
yani özetle “Aşk Hikâyesi”ndeki gibi, “Sevmek asla pişmanlık duymamaktır” kararlılığıyla Şirin için dağları delmenin cüretidir…
Şimdi biri kalkıp da, ağaran saçlarımı işaret ederek “Pişman mısınız?” derse hâlâ; Ona, Syrus’un, “Her soru cevaba layık değildir,” sözünü hatırlatırım öncelikle…
Ardından da, “İnsan istedi mi, pişman olmaya daima zaman bulur,” diyen Niccolo Machiavelli’nin sözlerinin altını çizerek, “pişman olmaya vaktim olmadı,” derim…
Sonra da Rosa Luxembourg’un, mezartaşında kayıtlı “pişmanlığa” itirazım yok der ve eklerim: Berlin Ayaklanması’nda kaybettiğimiz Rosa’nın mezar taşında “Pişmanım… Yaptıklarımı daha da fazla yapamadığım için…” sözleri kayıtlıdır…
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim…

19 Mayıs 2009 17:38:48, Ankara.

N O T L A R
[*] 21 Mayıs 2009 tarihinde Kocaeli Üniversitesi’nin 2009 Bahar Şenlikleri’ndeki “Üç Kuşak Gençlik (Türkiye’de Gençlik Hareketleri)” başlıklı panelde yapılan konuşma... 31 Mayıs 2009 tarihinde İsviçre’nin Basel kentinde düzenlenen “Devrim Şehitleri Anması”nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:102, Temmuz-Ağustos 2009…
[1] Şükrü Erbaş.
[2] ODTÜ’nün simgelerinden biri hâline gelen “Devrim” yazısı, 1968’de Deniz Gezmiş’in öncülüğünde kurulan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu üyesi 6 ODTÜ’lü öğrenci tarafından yazılmıştı. Yazı, 1970’li yıllarda üzerine dökülen talaş ve zift karışımının yakılmasıyla kalıcı hâle getirilmişti. (“ODTÜ ‘Devrim’i Yeniden Yazdı”, Milliyet, 11 Ekim 2008, s.25.)
[3] “O yıllarda dünyanın benzer ülkelerindeki gençlerle ortak bir dramı yaşadık biz. Sona ermiş sayılamayacak bir dramdır bu: Silahlı mücadeleyle ilgili tavır sorunundan kaynaklanır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan, alacağını almış bir dünyaydı: Demokratik bilinç yükselip devrimci duygular yaygınlaşıyordu... Derken, bir yanda Çin Halk Cumhuriyeti’nden, diğer yanda Latin Amerika’dan, Küba’dan, silahlı mücadele kuramlarına ve pratiklerine dair haberler gelmeye başladı. ‘Kır gerillası mı, şehir gerillası mı’ tartışmaları sökün etti vb. Silaha hayır diyenler ağır suçlamalarla karşılaşıyordu. (…)
60’ların sonu ve 70’ler, ‘mücadele’ sözcüğü yerine ‘savaş/ savaşım’ denen yıllardı. Dolayısıyla, ‘Kurtuluşa kadar savaş’ gibi tarihsel sloganlardaki ‘savaş’ sözcüğü, ‘mücadele’ anlamını içermektedir.”




(Necmiye Alpay, “Şirin”, Radikal, 30 Nisan 2009, s.22.)
[4] John Langshaw Austin, Söylemek ve Yapmak, Çev: R. Levent Aysever, Metis Yayınevi,2009.
[5] Richard Senet, Yeni Kapitalizmin Kültürü, çev: Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009.
[6] John Berger, Kıymetini Bil Her Şeyin, Çev: Beril Eyüboğlu, Metis Yay., 2009, s.107.
[7] Selim Yalçıner, Vakıf-Ceset Dökmek Yasaktır, Özgür Yay., 2009.
[8] Sibel Özbudun, “Küreselleşme ve Geleneği Yeniden Düşünmek”, B. Kümbetoğlu, H. Birkalan Gedik (der.) Gelenekten Geleceğe Antropoloji, Epsilon Yayınları, İstanbul, 2005, ss.53-56.
[9] Neşet Karadağ, “14 Yaşındaki ‘Taş Atan Çocuğa’ Örgüt Üyeliğinden 3.5 Yıl Hapis Cezası Verildi”, Radikal, 7 Nisan 2009, s.16.
[10] Özgür Cebe, “Bu Görüntüler 20 Yıl Hapis İstemine Yetti”, Radikal, 8 Nisan 2009, s.15.
[11] “Adana’da Yedi Çocuğa 33 Yıl Hapis Verildi”, Radikal, 19 Mart 2009, s.11.
[12] “14 Yaşındaki Çocuk 23 Nisan Günü Polis Dipçiğiyle Ağır Yaralı”, Radikal, 24 Nisan 2009, s.15.
[13] Hülya Keskin, “TİHV’in Raporu: ‘Yasalar Şiddeti Önlemiyor’…”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2009, s.7.
[14] Mesut Hasan Benli, “6-7 Eylül Olayları da Böyle Başlamıştı...”, Radikal, 15 Mart 2009, s.9.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder