29 Ağustos 2009 Cumartesi

Kemal Doğan / İndymedia'ya Yazılmıştır!

Sevgili arkadaşlarım uzun zamandır siteyi günlük yoğun bir şekilde takip ediyorum.Genel olarak, bir çok kurumu ve yazıları buradan takip etmek güzel, Fakat bir çok genç arkadaşımız yada gençte olmayabilir, düşünmeden yazıyor yada yorum ekliyor. Burada Devrimciler olarak kendi eksik ve hatalarımız tatışabileceğimiz yer değildir, herkes herkese ağıza alınmayacak şekilde yazılar yazıyor, bu düşüncelerini farklı bir şekilde ifade edebilmek mümkündür.

Devrimci olan gerçeğin kendisidir diyoruz , fakat buna uygun hareket etmiyoruz.Düşman zaten açığımızı arıyor ve bizlerde bütün eksikliklerimizi burada birbirimize karşı açıkça yada küfür ederek, düşmanın ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz.Burası haber sitesidir,eleştiri tabi ki olacak ama bununda bir uslubu vb olmalıdır.Yıkıcı olmamalıdır, yapıcı olmalıdır , durumumuz belli kimsenin kimseyi kandırmaya hakkı yoktur,Devrimci kurumlar olarak zor ayakta kalıyoruz şu dönem , ama hala daha kariyeriz mi bırakamıyoruz.


Tüketim toplumu olduğumuz için , üretemiyoruz da , sistem her alanda iliklerimize kadar işlemiş durumda bizler buna karşı tek vucut tek yürek olmamız gerekirken, her alanda birbirimize engel olmaktan halkın gerçek sorunlarına bile zaman bulamıyoruz.Sorun belli , çözümde fakat herkes işin kolayına kaçıyor, okuyarak gerçek anlamda düşüncelerini dile getirmeyen bir çok arkadaş var, bunlara günlük defalarca karşılaşıyoruz.


Mesela burada Georges Politzer'in "FELSEFENİN BAŞLANGIÇ İLKELERİ"ni okumayan bir çok arkadaşımız vardır. Bunları okumadan olmuyor, bir çok genç sadece dergi okuyarak Devrimci yaşamlarını sürdürüyor ne kadar başarılı olabiliyor tabi ki sonuç yorumlardan vb belli.Dünya klasiklerini okumadan, Yaşar Kemal, Aziz Nesin vb okumadan , yani merdivenin birinci başamağına basmadan beşinci basamağına basanlarla karşı karşıya kalıyoruz, bunun içinde başarılı olamıyoruz. Bunun için herkes(bende dahil olmak üzere)kendisini sorgulamalıdır. Gerçekten mücadelenin neresindeyim, ne yapıyorum gerçek anlamda Devrimci ahlak, kültür vb tam anlamıyla uyguluyormuyum .


Çevremdeki insanlara olumlu anlamda bir şeyler kazandırabiliyormuyum. Devrimcilik bir yaşam biçimidir diyoruz, bunu yaşam biçimi haline getirebiliyormuyuz, Tam anlamıyla kendimize inanıyormuyuz, bunu sorgulamalıyız.


Devrimci Selamlar.


Not : Daha önce yazmış olduğum bu yazıyı güncelliğini koruduğu için tekrardan yayınlama gereği duydum.

28 Ağustos 2009 Cuma

Kemal Doğan / 12 Eylül’ün Yarattıkları .

28.Ağustos.09

Ülkede 12 Eylül’ün yarattığı yıkım , terör, katliam ve işkence toplumu genel olarak korku ve sindirme sonucu kör , sağır ve dilsiz bir toplum yaratma politikasını bir nevi yerine getirdi. Son zamanlarda Kürt açılımı, Diyarbakır Cezaevinin okul yapılması vb yapılan bunca işkenceleri ve katliamların üzerine bir perde çekmekten başka bir şey değildir.

Diyarbakır cezaevinde kaybedilen binlerce Devrimcinin üzerini bu şekilde bir okul söylemiyle kapatmak mümkün değildir. Ora sı direnişin adı , İbrahim Kaypakkayalardan , Mazlum Doğanlara , Kemal Pirlere ve isimsiz binlerce devrimcinin onurlu direnişi ve bir çok yöntemle katledilişinin yeridir. Orası Devrimci-Komünist, Direniş müzesine dönüştürülmeli ve yaşanan bunca vahşeti halkımıza sergilemeliyiz , bunun için her alanda mücadele edip bunun önünü açmalıyız.

12 Eylül 1980 sabahı devlet televizyonu darbeyi "Aziz Türk milleti! Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu'nun verdiği, 'Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini, yüce Türk milleti adına, emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur." Şeklinde duyurdu. Resmi rakamlara göre darbenin sonucları ..

650.000 kişi göz altına alındı


1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

7 bin kişi için idam cezası istendi.


517 kişiye idam cezası verildi.


Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı).

İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.


71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.


388 bin kişiye pasaport verilmedi.


30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.


14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.


30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.


300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.


171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.

937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.


23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.


3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.


400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

31 gazeteci cezaevine girdi.


300 gazeteci saldırıya uğradı.


3 gazeteci silahla öldürüldü.


Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.


13 büyük gazete için 303 dava açıldı.


39 ton gazete ve dergi imha edildi.


Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.


144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.


14 kişi açlık grevinde öldü.


16 kişi kaçarken vurulduğu söylendi.

95 kişi çatışmada öldü.


73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.

Her 12 Eylülde sokaklar , 12 Eylül ve sonrasında ölenlerin resimleri ellerinde ,sokalara dökülen binlerse devrimci sosyalist le buluşuyor. Her Yıl “Darbecilerden Hesap Sorulsun “ “Sorumluları Yrgılansın “ sloganları sokakları inletti , yargılanana kadarda inletecektir. 12 Eylül Darbesinin Mimarı ve eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren in “Eğer halk benim için 'Yargılansın' derse, yargıyı beklemem intihar ederim” şeklindeki açıklama yapmıştı. Bu tavır kendi yaptıklarının arkasında duramayacak kadar acizliğini gösteriyor. Bugün Kenan Evrenin adını bile duymayan bir çok insan olduğunu bir televizyon proğramı’nın araştırması sonucu izledik. Ama mücade le eden ve bu uğurda ölen milyonlarca devrimci hala yüreklerimizde yaşıyor. Hala alanlar da onlarla birlikte Faşizme ve her türden gericiliğe karşı mücadele ediyoruz.
















24 Ağustos 2009 Pazartesi

Kemal Doğan / Kavganın Yiğit Oğlu Sen Yaşıyorsun !



Kemal Yazar Erzurum’un Tekman ilçesinde yoksul bir aile çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçüklüğü Tekman’da geçti. Yoksulluk ailesini İstanbul’a göç ettirmesinin ardından Kemal Yazar’ da İstanbul’un varoşlarında yaşama tutunmaya çalıştı. Hem çalıştı ve hem de devrimci mücadeleyi kavga içinde öğrendi ve öğreti.

Kavganın yiğit savaşçısı KEMAL YAZAR katledilişinin 13. yılında önünde saygı ile eğiliyoruz. Hain bir pusuda 27 ağustos 1996 Disburg ‘da katledildi Kemal Yazar. O mücadelenin yılmaz savaşçısı , bulunduğu bölge de halkın sevgisini kazanmış bir devrimciydi. O zindanda, mahkemede, işkencede direnişin adıydı. O faşizmi kendi ininde yenen düşmana korku salan bir Komünist’di. Onu eleştiri de cesur ve korkusuzluğa kendi gücüne güvene, davaya yüksek bağlılığı, şaşılacak düzeyde sabırı, ilkelere sıkıca bağlı kalarak en zor anlarda dahi yolunu şaşırmadan yürüyebilme başarısına iten şey mücadele ye yüksek bağlılığı ve Devrimin zaferine olan tam inancıydı. Kemal Yazar Tkpml Hareketinin önder savaşcısı ve aynı zamanda Mayıs 18 (M18) Askeri örgütün kurulması ve bu görevin başına kendisinin getirilmesini önermiştir.

Tabanın ve kadroların zorlanması ve askeri alanda sorumluluk yoldaşlarının çabasıyla 1990 yılında M18 kurulmuş ve örgütün başındaydı Kemal Yazar. Kısa zamanda M 18 bir çok eylem gerçekleştirmiş ve örgütün önünü açıcı olmuştur. Kemal Yazar cesaretiyle kendine özgüveniyle ve düşmanı kendi ininde yenmesiyle her zaman örnek bir komünist olmuştur. Başı her zaman dikti. Kemal Yazar’ı yok ettiklerini sananlar anladılar ki yok ettikleri sadece Onun bedeniydi. Oysa Kemali Kemal yapan şey onun, devrim ve sosyalizme olan bağlılığı ve inancıydı , komünist duruşu ve zorluluklara karşı inatla savaşarak ulaşması için verilmesi ideallerini bayraklaştırmasıydı. Yazar’ı katledilişinin 13. yıl dönümünde saygıyla anıyoruz
.

Mihrac Ural / ANNEM

24 Ağustos 2009Annem tüm anneler gibi benim için de kutsal bir kadın. Kutsallığı anlamak için anneyi anlamak yeterli.Annem, tüm anneler gibi ailesini ayakta dik tutmak için canını dişine katandır. Bununla bitmez çilesi, benim gibi bir oğlu da varsa yaşamı bir cehennem cenderesine döner; mahallede çocukluğumun arkasından koşması, uzakta okumanın kaygılarını taşıması bir yana, siyasal yaşantımın en yakın izcisidir. Bu sürecin yükü anne omuzlarında katmerleşir…
Tutuklandığım andan itibaren nefes nefese peşimde olan, zindan zindan beni terk etmeyen, yoldaşlarımı ben gibi sevip sayan, onları gözleyen. Yemekleriyle komünlerimize zenginlik katan. O anne, tüm anneler gibi benim annem.Mültecilik yıllarımın acılarına merhem olan Annem. Benimle de kalmayan, her anne gibi torunlarının da en yakın takipçisi, geçmişi bu güne bağlayan kültür mirasının taşıyıcısı annem.
Ak düşmüş saçlarıma rağmen, beni çocuk yaşlarda tutan tek kudret, tüm anneler gibi o da benim annem.Annem, tüm devrimci anneleri gibi, mitinglerde yanımda duran, oğlu yerine malzemeleri taşıyan, doğrularımı arkasında sesiz sitemsizce kendini ifade eden her anne gibi, o benim annem.Yokluğumda bile, evi-sofrası yoldaşlarıma, dostlarıma açık kalan anne, her devrimci annesi gibi o benim annem...
Annem hakkını helal et...
Seni çok yordum, ellerini öpmeye doyamadım, hep sürgündüm…
ülkemden yoksun ettiler beni,
senden de...
Yordum seni, affet…
Hakkını helal et.

23 Ağustos 2009 Pazar

İTİRAFÇI OLMAK AHLAKSIZ OLMAKTIR


Ailesi tarafından terbiye edilmemiş birini asla terbiye edemezsiniz. İnsan erdemlerini yitirmiş birine kimse erdem öğretemez. Kurgularla, zaman ve söylem çelişkileriyle gerçeği kirletmenin yolu yoktur. İtirafçı Engin adam, tükendiği yerde bunu deniyor.

Türkiye devrimci hareketinde her türden tartışmaya tanık olduk. İhbardan, saldırıya kadar her şeyi gördük ama herkesin bir ahlak sınırı içinde durduğunu da gördük. Bu ahlaksızın “kayışı kopmuş”, ”çok yalan söyle, büyük yalan söyle inanmazlarsa kafaları bulandırırsın” diyen Nazi yalan makinesiyle tartışmayı seçmiş. Bu bir tükeniştir. Sol içi tartışmaların bilinen en çirkinini bu itirafçı yapmış oldu. İtirafçı, ihbar deryası, provokasyon çabası olan her bir çamur atma yazısı Özel Harp Dairesin uzantısı olarak yerini almış oldu. Kimliğini bilmeyenlere bu yolla açık kimliğini gösterdi.

Tüm itirafçılar ahlaksızdır. İtirafçıların Başkan Öcalan’a yaptıkları suçlamaları hatırlayın, insan aklına ziyan suçlamalarını göz önüne getirin. Bu erdemsizlerin, ahlak yoksunlarının tüm yaptıkları Özel harp dairesi işidir. İtirafçı kamburlarını örtmek için tek yolları budur. Aynısını itirafçı Engin Erkiner tekrar ediyor. Bunların yaptığı güneşi balçıkla sıvamadır. Beyhudedir.



Bedreddin Mahir
19 Ağustos 2009

Bir kez daha hatırlamanız için itirafçı Engin Erikener’den söz edeceğim. Tartışma adı altında ihbar, ahlaksız saldırı, kendi aile terbiyesini bire bir yansıtan hallerini bildireceğim. İçinden çıkamadığı Mihrac Ural sendromunda vardığı inanılmaz ve bir o kadar akıl almaz, ahlaksız kurgularının gerçekte kendi kimliğini dile getirdiğini bildirmekle yetineceğim.

Bırakın insan olmayı, aile ahlak ve terbiyesi bile almamış birinin dile almayacağı çamurlarına bulaşmayacağım. Seviye farkı bunu zorunlu kılar. Siyaseti bir kenara bırakın sokak lümpenlerini aratan, ahlak evrimini tamamlamamış "SİN KAF" bataklığında duran bir abes yaratığın küfürlerine, provokatif sözlerine, ihbar üstüne ihbarla süren isim, adres ve bilgi aktarımlarının tuzağına düşmeyeceğim.

Özel Harp Dairesi hesabına devam eden çalışmalarına verebileceğim tek cevap, polis işbirlikçisi suratını belgeli olarak göstermekten ibarettir. Benim algımda bu çirkin yaratık sadece bu belgede mevcuttur. Bu şahıs itirafçı Engin Erkiner’dir

Belgesiz kanıtsız tek bir cümle kurmamayı ilke edindim. Her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi var diyorum. Bu benim. O ise kurgudan ibaret ahlaksızca yazdıklarıdır.

Devrimci siyasal hayatım boyunca hiç bir tartışmada bu ölçekte yalan ve ahlaksız bir boyuta tanık olmadım. Birçok dostuma da söyledim, "siyaset bitebilir, ama insan olmanın erdemli duruşu bitmemelidir, düşmanımıza bile erdemsiz bir saldırı, kurgu ve yalana dayalı bir çamur atmamalıyız, gerçekçi olmayan, kanıtı bulunmayan bir itham sahibini vurur". Doğrularımın parametreleri bunlardır. Bunların arkasında dik durmaya devam edeceğim. Provokasyonları ve ihbarlarıyla varmak istedikleri tuzaklara düşmeyeceğim. İnsan erdeminin bittiği yerde orman kanunlarının geçtiğini herkes bilmelidir.

Bu ahlaksızla tartışmamız bitmişti. Yeniden açılmayacak. “Tarihte bu gün” için 19 Ağustos 1977’de polisin örgütümüz THKP-C(Acilcilere)’e vurduğu darbede oynadığı rolü açıklayan bir belgeyi yayınlayacaktım. Bu arada sürdürdüğü ahlaksızlığı da anmış oldum. Bu nedenle bu kısa notu yazıyorum.

30 yıllık mültecilik sürecinde tüm yoldaşlarıma, dil öğrenimlerinde öğretmenlik, ortak yaşamda annelik, ablalık yapmış, her koşulda yanlarında duran, acılarına ortak olan başı belalara sürüklenen, elinden ekmek ve yemek yememiş tek bir insanın olmadığı, doğum yapan her kadın yoldaşın başucunda sabahlara kadar nöbet tutan, bebeklerini emziren bir ahlak abidesine karşı uzatılan ahlaksız dil, itirafçı Engin Erikner’in kendi ahlak kimliğidir. Bu kendi ailesindeki ilişkinin ne olduğuna da önemli bir göndermedir.

Ülkesinin Devrimci Gençlik Örgütünden askeri eğitimini tamamlayarak gelen, Örgütümüzle tanışıklığı bizlere Arapça dil kurslarında öğretmenlikten ibaret olan, bu nedenle bizlerle aynı kaderi paylaşmaya yönelen bir kadına karşı akıl almaz, yalandan başka hiçbir gerçekliği olmayan sözlerle itirafçı kamburunu örtmek için yaptığı saldırı, sadece tıkandığını, konu sıkıntısı içinde çirkinliğiyle boğulduğuna bir işarettir. Bu lümpenlik bir reflekstir. Bir süre önce aynı refleksi başka bir paranoyakta da gördük. Bu cemaatin paranoyakları kendi kimliklerini “Sin Kaf” saldırılarıyla göz önüne seriyor; “ipi kopmuş” olmak bunların halidir. İtirafçı Engin Erikener’in düştüğü yer de bu yerdir.

İtirafçılık başlı başına bir ahlaksızlıktır. Bu ahlaksızlığın devamının geleceği bellidir. Bir süre önce utanmadan, Almancaya da çevirdiği “…aşağısı Kasımpaşa” söylemini kimse unutmadı. Şimdi çok daha sıkışmış çok daha tıkanmış saldıracağı yer arıyor ve iğrençliğini yalanlarla ördüğü mizanseninde döküyor. Geldiği yer bir tükeniştir. Bu üslup kendini zayıf hisseden, ezilmiş, itirafçı kamburunu örtememenin sıkıntısı içinde psikolojik hafakanlar yaşayan birinin ruh halini yansıtıyor. Paranoyaklar bir arada cemaat kurmuş anlaşılan. Aynıların aynı yerde buluşması bildik bir hadise, buna bir kez daha tanık oluyoruz.

Tüm itirafçılar ahlaksızdır. İtirafçıların Başkan Öcalan’a yaptıkları suçlamaları hatırlayın. İnsan aklına ziyan suçlamalarını göz önüne getirin. Bu erdemsizlerin, ahlak yoksunlarının tüm yaptıkları Özel harp dairesi işidir. İtirafçı kamburlarını ötrem için tek yolları budur. Aynısını itirafçı Engin Erkiner tekrar ediyor. Bunların yaptığı güneşi balçıkla sıvamadır. Beyhudedir.

Ailesi tarafından terbiye edilmemiş birini asla terbiye edemezsiniz. İnsan erdemlerini yitirmiş birine kimse erdem öğretemez. Kurgularla, zaman ve söylem çelişkileriyle gerçeği kirletmenin yolu yoktur. İtirafçı Engin adam, tükendiği yerde bunu deniyor.

Türkiye devrimci hareketinde her türden tartışmaya tanık olduk. İhbardan, saldırıya kadar her şeyi gördük ama herkesin bir ahlak sınırı içinde durduğunu da gördük. Bu ahlaksızın “kayışı kopmuş”, ”çok yalan söyle, büyük yalan söyle inanmazlarsa kafaları bulandırırsın” diyen Nazi yalan makinesiyle tartışmayı seçmiş. Bu bir tükeniştir. Sol içi tartışmaların bilinen en çirkinini bu itirafçı yapmış oldu. İtirafçı, ihbar deryası, provokasyon çabası olan her bir çamur atma yazısı Özel Harp Dairesin uzantısı olarak yerini almış oldu. Kimliğini bilmeyenlere bu yolla açık kimliğini gösterdi.

Bu yaratıklarla benim seviye ihtilafım var. Farklı kulvarlardayız. Noktalanmış bir tartışmaya hiçbir nedenle dönmeyeceğim. Kimseyle şahsi bir kavgam olmayacak, benim davam halkımın çıkarlarıdır demokrasi ve özgürlük mücadelesidir. Bu çirkinlikleri yeminle bir kenara not olarak alıyor, zamana bırakıyorum.

İtirafçılık alnına yapıştı bundan kurtulamaz. Ebede kadar Mihrac Ural’ı yazsa da bundan kendini kurtaramaz. Allah kimsenin başına getirmesin.

İtirafçı Engin Erkiner’in kimliğini kendi el yazılı imzalı açıklamasıyla yeterince açık olarak ilan etmiştir. O da şudur:
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16

Bozoklara


Kaypakkaya'ya


20 Ağustos 2009 Perşembe

Devrimcilere !


İşçi Kardeş / Kemal Doğan




Kemal Doğan / İşçi Kardeş

ekim1917@hotmail.com

20.08.09

Sermaye düzeni aldı canımızı
Emdi kanımızı Koç , Sabancı
Hakkını aramasını öğren artık,
Çık sokağa, katıl kavgaya
İşçi kardeş , işçi kardeş

Fabrikada , Tarlada
Emek bizim , Alınteri bizim
Tokat bizim yumruk bizim
İşçi kardeş , işçi kardeş

El ele verdik , kadın erkek
Proleterya yolunda , sınıfsız bir dünya için
Gün bizin , gelecek bizim
İşçi kardeş işçi kardeş

Her gün canımızı yakar bu düzen
Aç kal, susuz kal, öl der bu düzen
Var bizde bu düzene geçit vermeyecek insan
Ver elini işçi kardeş, işçi kardeş

Çeteyi mafyayı koruyan
İşçiye emekçiye saldıran
Patronu, ağayı koruyan , bu düzene karşıyız
Seninleyiz proleter kardeş, işçi kardeş.

16 Ağustos 2009 Pazar

Kemal Doğan / F Tipi Mektupları (1)



BANA NE DEME

“Bana ne “ diyemezsin
Savaşlarda ölen insanlara
Bil ki ;
Katledilen her insanla birlikte
Sende öleceksin
Belki hayatta kalacaksın
Yaşıyorum sanacaksın
Ama inan sevdiğim
Yalanlara inanacaksın
“Bana ne” dedikçe
Kendi yalanına kanacaksın
Sen seyirci kaldıkça haksızlıklara
Parçalanacak yüreğin
Tank paletlerinde ezilecek onurun
Süngü uçlarında dalgalanacak saçların
Şantajlarda titreyen sesin
Ne olur
“Hayır “ de
Titrekte olsa sesin
“ Bana ne “ deme!..

Ümit Günger

23.06.2003


F Tipi hapishanelerine , tecrit koşullarında tutulan Bayram arkadaştan 03.04.2006 ‘da aldığım mektubu siz okurlarla paylaşacağım. Bayram arkadaşa yazmış olduğum mektuba cevaben bir çok devrimci dost, dört duvar arasından selamlarını ve kartlarını bizlere ulaştırdı, zamanla bunları da sizlerle paylaşacağım. Tecrit koşulların da ve bir çok yasağa karşın dışarı da bir çok insana mektup ve kart attığını söyleyen dost , bunların bir çoğundan cevap gelmemsin den dolayı üzüntüsünü ifade ediyor. Mücadele içinde , devrim ve sosyalizm için mücadele ederken tutsak düşen bu vb arkadaşların orada her şeyden çok bir selam bir morale ihtiyacı olduğu kesin. Bizlerin dışarıda daha çok zamanı olmasına karşın bu duyarlılığı göstermede sorun yaşıyoruz. Buradan tüm dostlara sesleniyorum, az bir zamanınızı alacak küçük bir mektubunuz selamınızla oradaki dostlarımıza bir merhaba diyin..

Merhaba

Sevgili Kemal

Nasılsın umuyoruz ki çok iyisindir. Bizler de mektubun la mutlu olduk sevindik. Bir çok yere yüzlerce kart, mektup yazıp yolluyoruz insanlara Tecrit’i anlatmaya çalışıyoruz ancak bir çoğunda cevap alamıyoruz.
Senin gibi duyarlı arkadaşımız yazınca mutlu oluyoruz bu da bizi bir daha ki yazacağımız mektup ve kartlarımızı daha umutlu ve daha coşkulu hazırlanmamız konusunda motive ediyor morallendiriyor.


Ne iyi ettinde geldin beton yığını ve demirlerden oluşan bu soğuk hücremizi çoşkunla ne de güzel ısıttın.
Sağ ol var ol….

Kemal sana merhabamı ÖLÜM ORUCUNDA yaşamını feda eylemi yaparak yitiren bir yoldaşımın şiiri ile yapmak istedim umarım beğenirsiniz.
… bakın bizler masrafsız misafirleriz birer dal sigara birer bardak çay yeterde artar bizlere.

Sevgili Kemal ne güzel demişin “ sadece bedenleri tutsak edilmiş” diye. Zaten bedenlerimizden başka tutsak edecek neleri varki mümkünmüdür ki düşüncelerimizi tutsak edebilsinler asla.



6 yıla yakın süredir 121 insan hayatını bu uğurda yitirdi tam 12 ekip çıktı yola 12. ekipten FATMA KOYUPINAR açlığının 350. günlerini geride bıraktı ve hala da yürüyüşünü sürdürüyor.



Bizlerde yola çıkanlarımız da sen ve senin gibi elimize el verecek insanlar olduğunu biliyoruz , bundan ala tokluk mu olur. Hem dışarısı hem içerisi böyle kenetlenmiş olursa dört yanımız beton duvar , demir yığını kaplı olsa ne yazar.
Ne demiş usta “ yatılır yatmasına 10 yıl, 15 yıl of demeden yeter ki karamasın sol memenin altındaki cevahir.” Zaten karartmamak içim cevahirleri çıkmadık mı yola.

Kısaca kendimden bahsedeyim ben 1969 Kayseri doğumluyum, İstanbul’da Yedikule de oturuyorum 5 yıla yakın zamandır buradayım, 96 yılından bu güne devam eden bir davam var ceza aldım. 14 yıl eğer yanlış hesap yapmıyorsam , 2 yıla yakın bir zaman daha buradayım. Şuan dosyam Yargıtay aşamasın da birkaç ay sonra tam netleşir daha sonraki mektuplarımda durumu net olarak anlatırım.


Sevgili Kemal

Benim sayfamın sonu yaklaştı , tam olarak ne zaman olur bilmiyorum ama yakında bir çok arkadaşımıza mektup cezası gelebilir. Newroz kutlaması yapmamızdan kaynaklı olurda mektubun o döneme rastlarsa biraz geçikmeli olarak misafirin olabiliriz ama geçte olsa mutlaka cevap yazar misafirin oluruz.
Bunu da hallettik artık yavaş , yavaş müsadeni isteyeceğim çayımı , sigaramı bolca içtim . Yüreğine sağlık kendine çok çok iyi bak çevrendeki arkadaşlara selamlar, tüm arkadaşlarında çokça selamları var .
Sevgi saygıyla kucaklıyorum . Bayram

Kemal Doğan / Erdal Eren’in Anısına



16/08/09

On Yedi yaşındaydım
On Yedi kere yaşadım,
Savaştım
Ölüm düştü peşime
Gülerek kucakladım,
Yaşatmak için kucakladım.

Deniz oldun aktın yüreğimize
Darağacında Seyid Rıza
Örnek oldun kavgada , genç kuşaklara.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

YA LENİNİZM YA TROÇKİZM |



YA LENİNİNSTLİK


YA DA TROÇKİSTLİK


YANİ ,YA DEVRİMCİLİK


YA DA KARŞI DEVRİMCİLİK


Troçkizmi savunmak, emperyalizmin uşaklığını savunmaktan ileri gidemez.
Dost görünüşlü Troçki, düşmandan daha tehlikelidir!
Lenin: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı
“Troçki’nin şimdiye kadar marksizmle ilgili herhangi bir önemli sorunda sağlam bir görüşü olmamıştır. O her zaman, şu ya da bu görüş ayrılığının yarattığı “yarıklara sızma” yolunu bulur, ve ikide bir taraf değiştirir. Şu anda bundçuların ve tasfiyecilerin dostudur. Ve bu baylar Parti'nin öngördüğü hizayı durmadan bozanlardır.”( Lenin: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı , 1914)


"Troçki, özellikle tumturaklı sözlerin ardına gizlenerek menşeviklerin dümen suyunda gidiyor ..Martov'la Troçki, Alman yoldaşların önüne, marksist bir kılıf geçirdikleri liberal görüşleri koyuyorlar. " Troçki ilan ediyor: Menşevizmin ve bolşevizmin, diyor, "proletaryanın derinliklerinde kök saldıklarını" düşünmek, "bir hayaldir". Bu, Troçki'nin ustası olduğu, yankı yapıcı ama boş sözlere iyi bir örnektir"
"Troçki'nin savı ...Bu gerçekten "sınırsız" laf cambazlığı, liberalizmin "ideolojik gölgesi"nden başka bir şey değildir"


"Troçki bolşevizmi çarpıtıyor, çünkü Rus burjuva devriminde proletaryanın rolü konusunda hiçbir zaman kesin bir görüşe varamamıştır." Lenin: Rusya'da Parti-İçi Savaşımın Tarihsel Anlamı


"İşte Troçki'nin oportünizmi savunmak için her zaman kullandığı ki­birli safsatalara tipik bir örnek. "Savaşa karşı devrimci mücadele", bun­dan anlaşılan eğer kendi hükümetine karşı ve savaş sırasında devrimci eylemler değilse, II. Enternasyonal kahramanlarının kullanmayı bal gi­bi bildikleri boş ve içeriksiz haykırışlardan biridir." "Troçki safsatalarla kendini kurtarmak istiyor ve üç ağaçlı bir orman­da yolunu şaşırıyor. ...Bütün emperyalist ülkelerde proletarya şimdi kendi hükümetinin yenilgisini istemelidir. Bukvoyed ve Troçki bu gerçeği atlamayı tercih ettiler "




“Troçki'den ayrılıklarımız nelerdir? Bunu herhalde bilmek istersiniz. Kısaca – o bir Kautskycidir, yani, Enternasyonal'de Kautskycilerle ve Rusya'da Chkheidze'nin parlamento grubuyla birliği savunmaktadır. Biz böyle bir birliğe kati suretle karşıyız... Troçki şimdi Örgütlenme Komitesine (Akselrod ve Martov) karşı ama Chkheidze'nin Duma grubuyla birlikten yana!! Biz kesin olarak karşıyız” (Lenin, Henriette Roland-Holst'a Mektup 1916) “Lenin’in, oyundaki bu eski elin, Rus işçi hareketinde geri olan ne varsa hepsinin bu profesyonel sömürücüsünün sistematik olarak başvurduğu zavallıca rezalet çıkarmalar, anlamsız bir takıntı görüntüsü veriyor... Leninizmin bütün gövdesi yalan ve çarpıtma üzerine kurulmuştur ve çürüyüşünün zehirli öğelerini kendi içinden doğurmaktadır.” (Troçki, Chkheidze’ye Mektup, Nisan 1913)
Troçki ateşli bir Menşevikti, ....1904-1905'te, Menşevikleri de terketti ve kararsız bir konuma geçti, şimdi Martinov'la (Ekonomist) işbirliği yapıyor, şimdi de “saçma bir şekilde Sol sürekli devrim kuramını” ilan ediyor. 1906-1907'de Bolşeviklere yaklaştı ve 1907 baharında Rosa Luxemburg'la aynı fikirde olduğunu ilan etti. Dezentegrasyon döneminde, uzun bir 'hizipçi-olmayan' kararsızlıktan sonra, yeniden sağa geçiyor ve Ağustos 1912'de tasfiyecilerle bir blok kuruyor. Şimdi tekrar onları da terketti, ancak özünde onların baştansavma fikirlerini tekrarlayıp duruyor.”(Lenin, İşçi Sınıfı İçinde İdeolojik Savaşım, 1914)


" ... bu görev Troçki tarafından doğru çözülmüyor; o 1905 yılındaki 'orijinal' teorisini tekrarlıyor ve hayatın on yıldan beri bu şahane teorinin yanından gelip geçmemesinin nedenleri üzerine düşünmek istemiyor.”Troçki'nin orijinal teorisi Bolşeviklerden, proletaryanın kararlı devrimci mücadele ve siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi çağrısını ödünç alırken, Menşeviklerden ise köylülüğün rolünün 'yadsınmasını ödünçalıyor"... (Lenin, Devrimde İki Çizgi Üzerine, 1915)

11 Ağustos 2009 Salı

İbrahim Çenet ( Muhtar ) / İŞKENCE


İŞKENCE

İşkence !
bütün gece
işkenceler
Benim işkencelerim
Kanıksadım artık sizi
Damarımda ki kan kadar
Bütün diktatör ülkelerde
kendisine her ne ad vermişse
İşkencede onun gölgesi.
İşkence;siz, hepiniz,
varsıl-yoksulyemek yemişsinizdir !
Ya hiç işkence yedinizmi;
çocuk çığlıkları arasında
Uyuşan bedenlere verilen elektrikler.
İnsan, beyin , duygu
duygularım
Özlem, özgürlük, özlemim
İşkence; düşünen beyne işkenceler
Benim işkencelerim
Kanıksadım artık sizi
damarımda ki kan kadar.
Ben sanırdım ki, insan sadece
sevdiği şeylere aşık oluyor
Ancak bazen kanıksarmış
acıyı işkenceyide.
Nasıl ******lik, sınıflı dünyanın
en eski ve zorunlu işiyse
işkencede sınıflı toplumun
Doğa ve doğal yasa gereği
kendinden güçsüzü yemek töredir
hayvanlar dünyasında
Sahi siz hiç hemcinsine işkence yapan hayvan gördünüzmü ?
İşkence
işkenceler
benim işkencelerim
Kanıksadım artık sizi
Damarımda ki kan kadar.
Ne kadar özledimse özgürlüğü
Sizide kanıksadam o kadar.
Kim demiş işkence güzel !
Ne olur dokunmayın ütopyama
Ah ! Yok olsun işkence
Tıpkı onu var eden sınıflı toplum ve
devlet gibi !

İbrahim ÇENET
(2005 yılı Kuzey kutbu)

4 Ağustos 2009 Salı

TEMEL DEMİRER / 70’LERDEN KALAN[*]


Seni kendimden tanıdım çocuk
Yüreği sürekli çiğnenen bir yol
Gövdesi acılardan avcılara köprü.”[1]


“Üç Kuşak Gençlik (Türkiye’de Gençlik Hareketleri)” başlıklı soru(n)dan benim hesabıma düşen 70’ler…
70’lere dair konuşmak yüreğimin pel pet etmesi demektir benim için…
Kolay mı?
70’ler bana aşık olmayı öğretti; hâlâ aşığım!
70’ler bana isyan etmeyi öğretti; hâlâ isyancılarla atıyor yüreğim!
70’ler bana başka bir dünyanın mümkün olduğu; bunun da tek yolunun devrim olduğu bilincini verdi; kimileri “dogmatik” bulsa da ben hâlâ “Tek Yol Devrim” derim…
Ve nihayet ateşin, güneşin çocuklarına minnet duygularıyla hâlâ hayranlık beslerim…
Hayır; lafı uzatmanın bir alemi yok; dediklerimin özeti şu: “Ne kadar uzun yaşarsanız yaşayın; ilk yirmi yıl, ömrünüzün en uzun yarısıdır,” der ya Southey…
Bu doğrudur… Hem de çok doğru…
İlk yirmi yıl; benim ömrümün en uzun yarısıydı; o kesitte 70’lerdi; bana insan olmayı öğreten günlerdi…



Hani İbrahim Kaypakkaya’nın, “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor; belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak,” derken Mahir Çayan’ın o gür sesiyle haykırdığı zamanlardı: “Kişiliklerinde devrim yapamayanlar, devrimci olamazlar…
“Biz Marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için Marksizmi öğreniyoruz!
“Düşenler, devrim için; devrim yolunda vuruşarak düştüler kalbimize, ruhumuza ve bilincimize gömüldüler...
Onlar; kurtuluşa kadar savaş şiarini devrim yolunda kanlarıyla yazdılar...
Yolumuz, devrim yolunda düşenlerin yoludur…”
O günlerde yazıldı ODTÜ’deki “Devrim” yazısı…[2]
O günlerde çizdik; insan olmak ve kalmak babındaki yol haritamızı…
O günlerde düştük yola; bir İspanyol Atasözü’ndeki gibi, “Ey yolcu bil ki yol diye bir şey yoktur; yollar yürünerek yaratılır…”
70’liler yollarını yürüyerek açtı; açtıkları yol aşkın ve hayatın yoluydu; çünkü hayatı böylesine müthiş bir aşk ile sevmeyenler, hayatı savunmak için bu denli gözünü budaktan esirgemeyen bir kararlılıkla yaşayıp/ yaratamazlardı…
Evet, evet 70’li yıllar canı pahasına yarattı; bu tarihin tanık olduğu en müthiş devrimci romantizmlerde biriydi… (Geçerken bir şey daha: 70’lerde yaratılan tarih, onca zaman sonra bugünlerde de tarihi “yorumlamakla iktifa edenler”in tartışma konusuysa hâlâ hayatiyetini koruyor demektir…)
Ben o günleri çok sevdim; hâlâ da seviyorum; nasıl sevmeyeyim?

70’LER…

Yaratanlarının Hacı Bektaşi Veli’nin, “Oturduğun yeri pak et, kazandığın lokmayı hak et,” sözüyle betimlenmesinin de mümkün olduğu 70’li yıllar... Umudun karamsarlığın ötesinde olduğu; Marx’ın “11 Tez”ine sırt dönülmeyen; eylemin önder olduğu yıllardı…
O yıllarda söz onurdu; söz vermek kelle koltukta yaşamak; en ön safta olmaktı…
Bu dediklerim bugünlerde ne anlatır acaba?
Her neyse devam edeyim…
İspanyol paça, apartman topuk, Antoine gömlek, mini etek, blucin, bikini, Roma sandalet, tokyo, uzun saçın moda olduğu o kesitin derin fay hatları üzerinde yaşadık; gülümsedik; yeni bir dünyanın hayallerini kurduk…
Beatles’ı, Bob Marley’i, Pink Floyd’u, The Doors’u, Rolling Stones’u diledik…
Leonard Cohen’ı, Bob Dylan’ı, Cat Stevens’ı, Elton John’u, Jimmy Hendrix’i, Simon & Garfunkel’ı, John Lennon’u, Joan Baez’ı, Johnny Hallyday’i, Sylvie Vartan’ı, Marc Arian’ı, Dario Moreno’yu mırıldandık…



Haksızlık edip Ruhi Su’yu, Aşık Veysel’i, Aşık İhsanî’yi, Mahzunî Şerif’i, Timur Selçuk’u (ille de ODTÜ Konserini), Sümeyra (ve Berlin İşçi Korosu’nu), Selda Bağcan’ı, Zülfü Livaneli, Cem Karaca (ve Tamirci Çırağı’nı), Moğollar’ı, Sezen Aksu’yu, Hümeyra’yı, Zeki Müren’i, Ajda Pekkan’ı, Semiramis Pekkan’ı, Nilüfer’i, Rana-Selçuk Alagöz’ü, Fecri Ebcioğlu’nu, Juanito’yu, Tanju Okan’ı (ve Kadınım’ı), Esin Afşar (Bayan ‘Yoh Yoh’), Füsun Önal’ı da zikretmeden geçmeyeyim… (Ya Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Tarık Akan, Melike Demirağ (Arkadaş filmi), Gülşen Bubikoğlu, Hababam Sınıfı, Ömür Göksel, Özdemir Erdoğan, vd’leri… Onlar unutulabilir mi?)
Sonrasında da başta Carlos Marighella’nın “delikli” kent gerillası kitabı olmak üzere, Che Guevara’yı, Mao’yu, Marx’ı, Lenin’i, Jean Paul Sartre’ı, H. Marcuse’yi, Erich Fromm’u, Wilhelm Reich’ı, Simone de Beauvoir’ı, Hermann Hesse’i, Halil Cibran’ı, Andy Angela Davies’i, Malcolm X’i okuduk son satırına kadar olmasa da…
Filistin, Vietnam, Angola, Gine Bissao ya da başkaldıran Latin Amerika, avucumuzun içi ya da sevgilimizin gözleri kadar tanıdık/ bildikti; aşinaydı biz(ler)e… İlk kez öpüştüğümüz günlerdi; bütün delikanlıların Leyla Halid’e aşık olduğu veya hiç unutulmayan “ilk aşklar” mevsimiydi sözünü ettiğim zaman dilimi…



“Yankee Go Home!” diye haykırdığımız günlerdi; DİSK fabrikalarda örgütleniyordu; sol dalga yükseliyordu; Kürtler yeniden tarihin sahnesine çıkmak için silkiniyorlardı…
Eş zamanlı kesitte ‘68 canlıydı; Vietnam yerküreyi sarsıyordu…
Çiçek çocukları, parka-postal, Stalin bıyık hayatın bir parçasıydı…
Kimileri Hindistan’a gitmek, esrar, Milliyet Liselerarası Halk Oyunları Yarışması, yeni yeni boyveren diskoteklerin meraklısıyken; kimileri Yılmaz Güney’i, AST’ı, Dostlar Tiyatrosu’nu izler; “Halk Savaşı”na, “İşçi Sınıfı”na, “Leninist Örgüt”e, “Öncü Savaşı” ile “Suni Denge”ye kafa yoruyordu…
Bu müthiş ciddi bir çabaydı…
Gazete kâğıdıyla kaplı “ağır” kitaplar okunur; Nâzım Hikmet’in, Ahmet Arif’in, Hasan Hüseyin’in, Attila İlhan’in, Ece Ayhan’ın şiirleri ezberlenirdi…
Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’i, Adalet Ağaoğlu’nun ‘Ölmeye Yatmak’ı okunurdu; ‘Çimento’, ‘Ana’, ‘Kızıl Süvariler’ baş uçundan eksik edilmezdi…
O günlerde, Sahaflar da, Ankara’daki Zafer Çarşısı da böyle ya da bugünkü gibi değildi; çok önemliydi…
Ve çoğunluk “Birinci’, ‘Bafra’ içilirdi; Yeni Ortam, Politika, Demokrat okunurdu…
“Bir-İki-Üç- Ernesto’ya Bin Selam, Daha Fazla Vietnam!”; “Tek Yol Devrim”; “Yolumuz İşçi Sınıfının Yoludur”; “Halka Kalkan Faşist Eller Kırılır”; “Fabrikalar, Tarlalar, Siyasi İktidar Her şey Emeğin Olacak” sloganlarıyla kaplıydı duvarlar…
Sık sık yığınsal mitingler, gösteriler, korsanlar olurdu…
İşçiler greve gider, haklarını alırlardı… (Yani bugünkü gibi değildi tablo!)
Tabii, en kaba hatlarıyla bu işin bir yanıydı…



Öteki yana gelince: Coca Cola’nın hayatı henüz kolonize etmediği, Çamlıca gazozunun “aslanlar gibi” direndiği, Ses-Hayat-Hey Dergili, İTÜ’nün siyah beyaz TV deneme yayınlı, Komili sabunlu, Nestle gofretli, yazlık sinemalı, faytonlu, Vita-Sana yağlı, Bağdat Caddesi’nde “piyasa yapma”nın çok mühim olduğu, “arkası yarın”lı, 33’lük ve 45’lik plakların, Karaoğlan’ın (Suat Yalaz), Red Kit’in, Tommiks’in, Teksas’ın, Zagor’un gündelik hayatta müthiş önemsendiği günlerdi…
Öncesi ve sonrasıyla 12 Mart darbesine denk düşen o günlerde ‘Komünizmle Mücadele’ dernekleri, Fruko adını taktığımız toplum polisleri, Faruk Sükan’lar, Ülkü Ocakları, Demirel’ler, durmadan “kadayıfın altı”ndan söz eden Erbakan’lar, Türkeş’ler, Milliyetçi Cephe’leriyle, Malkoçoğlu gibi üzerimize saldırırlardı…



Evet, “Özel Harp” faaliyetleriyle o günlerde tanıştık…
Yani Bülent Ecevit’in 1973’te Başbakan olunca varlığını fark ettiği, 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı başta olmak üzere, bir dizi katliam ve provokasyonun ardındaki o güçle; 1 Mayıs 1977’nin, 7 TİP’li öğrencinin katilinin; 16 Mart 1978’in, Maraş ve Çorum katliamının mimarlarıyla o günlerde göğüs göğse dövüştük… (70’liler Çatlı’yı, Çakıcı’yı, Kırcı’yı, “Üşüyorum” diyeni (Muhsin Yazıcıoğlu) ve ötekileri iyi bilir, yakinen tanır…)
Ve o günlerde kuşağım sadece ve sadece, ne yapması gerekiyorsa onu yapmıştır…
Yapılması gerekenlerde, zerrece payı olmayanların, “O yıllarda dünyanın benzer ülkelerindeki gençlerle ortak bir dramı yaşadık biz,”[3] demesine gelince; ne diyeyim?!
En iyisi John Langshaw Austin’in, ‘Söylemek ve Yapmak’ına[4] göz atsınlar!
Yapmayan bir söz o günde boş gevezelikti; bugün de gevezeliktir!
O gün de gevezeler vardı; bugün de gevezeler var!
Onların işi ellerini kirletmeden, yüksek perdeden “akıl verip”, “ah-ü vah” çekmektir… (Bırakalım sanatlarını icraya devam eylesinler!)
Sonra, sonra 70’li yıllar... Bir 12 Eylül sabahında kesintiye uğratıldı…
12 Eylül karanlığı, Metris’i, Mamak’ı, Diyarbekir’i, sürgünü, işkenceleri, ihanetleri, “elveda edebiyatçıları”, “tarihin sonu” söylenceleri, sınıftan kaçış ve devrimin “imkânsız”lığı gevezelikleri, tövbekârlarıyla karşımıza dikildi…
Bu hikâye tarihte ilk değildi; daha önceden de tarih buna tanıktı; bu da aşılacaktı…
Tıpkı Yılmaz Güney’in dilinden düşürmediği, “Ne ağlarsın benim zülf-ü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama” türküsünde dile getirdiği gibi…

DEDİKLERİM ÜZERİNE…

“Biliyorum”; buraya dek ifade ettiklerim kimilerini kesmedi; şimdi, hemen, şu an, “dogmatik”, “dinozor” vs… ilan edilebilirim…
Ancak belirteyim; bu tür nitelemeler umurumda değil; ateşin ve ihanetin içinde yaratılan serüvenleriyle 70’liler lafların insan öldürmeyeceğini; kem sözün de sahibini bağlayacağını unutmazlar…
İçinizden birisi; “Hatasız mıydınız yani?” derse eğer; “Elbette hatalarımız vardı”; ama iş yapanlar, bir öyküsü olanlar “hata” yaparlar; “hatasızlar”, hiçbirşey yapmayan “canlı ölüler”dir… der ve eklerim: 70’liler yaptıkları olumluluklarla değerlendirilmelidir; çünkıü “kötü ve hata” örnek değildir…



70’liler insan olmak/ kalmak babında önemli bir tarihi örnektir…
Bencil, çıkarcı, fırsatçı, korkak, yalancı, dalkavuk, güvenilmez, zayıf kişilikli, dönek “küçülmüş insan” tipolojisinin bir reddiyesi olan 70’liler; kapitalist tüketim toplumu normlarının devrimci inkârıdırlar…
Richard Senet’ın, ‘Yeni Kapitalizmin Kültürü’nde dikkat çektiği;[5] veya John Berger’ın, “Dünyayı piyasa hâline getirmeye çabalayan küresel iktidar ‘tüketmedikçe kendini boşlukta hisseden tüketiciler’ yaratmaktadır.”[6] “Reklam imgesi, alıcıdan aslında onun kendisine karşı duyduğu sevgiyi çalar, sonra da bu sevgiyi ona, alacağı ürünün fiyatına yeniden satar,” diye betimlediği kapitalist tüketim toplumu insanı, insan olmanın erdemlerine yabancılaştırmaktadır…
Artık “uğruna dağların delindiği” sevdalar; ölünesi davalar yoktur; insan hazları, istemleri kontrol altındaki bir makinedir…





‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da bu durumu K. Marx, “Tüm yaşamı uyku, yemek ve benzeri şeylerin getirdiği fiziksel kesintiler dışında kapitalist için çalışmakla geçinen kişi yük hayvanlarından bile aşağıdadır. Kendi dışında zenginlik üreten bir makinedir yalnızca,” diye resmederken; Ernestro Che Guevara da, ‘Küba’da Sosyalizm ve İnsan’da (1967) ekler: “Kapitalist toplumda bireyler, genellikle kavrayışlarının ötesinde kalan acımasız bir yasanın egemenliği altında yaşar. Yabancılaşmış insan bütün topluma görünmez bir göbek bağıyla, değer yasasıyla, bağlıdır. Bu yasa bireyin yaşamının bütün yönlerini etkisi altına alarak onun kaderini belirler. Kapitalizmin kör ve sıradan insanlara görünmez olan yasaları, bireyi, o farkında olmaksızın etkisi altına alır. Bireyler yalnızca önlerinde sanki sonsuzmuşcasına uzanan ufkun genişliğini görür…”
Tam da böyle; kapitalizmde insan olmanın bir anlamı kalmamıştır.
Anlamın yitirilmesiyle de, gerçeklik bir şey ifade etmez olmuş ve söylenen “söz”ün önemi yitirdiği yok oluş noktasına gelinmiştir…
Kafka’nın Gregor Samsa’sı karşımızdadır; bu da tüketim toplumu kalıplarının biçimlendirdiği irrasyonel bir deformasyondur…
70’ler gençliği bu deformasyona karşı dövüşmüştür; onları farklı kılan da budur zaten.
Evet, 70’lerin gençliğini belki de en iyi; F. Dostoyevski’nin, “Tam bir bilinçlilikle ve her türlü baskının dışında istemli bir biçimde adanmak, insanın kendini başkalarının yararına adaması bence kişiliğin en büyük gelişiminin, yüceliğinin, yetkin bir biçimde kendine sahip olmanın, en büyük özgür seçişin belirtisidir”; Bir Latin Atasözü’nün, “Ağaç ağaca, insan insana yaslanır”; A. Malraux’nun, “Yalnız benim olanın benimle ne ilgisi var?”; Selim Yalçıner’in, “Korkularımızdan sıyrıldıkça özgürleşiriz,”[7] sözleri betimler…

EVET, İNSANİ BİR İSYANIDIR 70’LER!

O hâlde; bugünlerde bir kez daha 70’lerin geleneği üzerine kafa yorulmalıdır.
“Gelenek” deyince, sözü sevgili Sibel’e bırakıyorum: “Her kuşak hiç kuşkusuz ki, ardılına sınırsız sayıda beceri, teknik, bilgi, deneyim, izlenim, anlayış, buluş, davranış tarzı, imge, simge, fikir, yapıt, biçem, tarz, vb. vb… devreder. Ve yine hiç kuşkusuz ki bunların tümü ‘ardıl kuşak’ tarafından gelenek olarak muhafaza edilmeye değer bulunmaz. Bazıları benimsenirken diğerleri unutulmaya terk edilir.
Bu saptama, bize geleneğin aslî özelliğine getirmektedir. Geleneği gelenek kılan, onu tanımlayan yönü, vericiler, aktarıcılar tarafından değil, alıcılar tarafından seçilime tabi tutulmasıdır. Şu hâlde (…) geleneğin bir aktarım değil, bir seçilim, alım ve kabullenme sorunu olduğunu vurgulamak gerekir. (…)
Hiç kuşku yok ki, gelenek, hiçbir tercihle karşı karşıya değildir ve bunların hiçbirini yapamaz. Tercihlerle karşı karşıya olan, ve bu tercihlerden birini (ya da başkalarını) hayata geçirecek olan, geleneğin/geleneklerin taşıyıcısı olma savındaki toplumsal varlıklar olan insanlardır!
Bu saptama, ileri sürülebileceği üzere bir belit değildir! Toplum (ya da kültür) bilimlerinde gelenek (ya da kültür vb.) gibi kendilikleri etkin özneler olarak ele alma eğilimi, çoğunlukla bu kendiliklerin etkin taşıyıcıları, aktarıcıları, alıcıları, müzakere edicileri, dönüştürücüleri vb. olan insanların algı alanından silinmesi riskini ortaya getirmektedir.





Evet, gelenekleri toplum içinde yaşayan, üreten, bölüşen, tüketen, yöneten/yönetilen, etkileşim hâlindeki insanlar geçmiş kuşakların dağarcığından seçerek alır, benimserken dönüştürür, kendi koşullarına uyarlar, müzakereye sokar… Şu hâlde gelenek edinimi dinamik bir süreç, gelenekler ise, süregenlik imgesiyle yüklü değişken görüngülerdir.”[8]
Sunay Akın’ın, “Kağıttan bir gemidir devrim;/ kim bilir kaç yunus görmüş,/ kaç ‘Deniz Gezmiş’!!” dizeleriyle betimlenmesi mümkün olan 70’lerin bugünlere bıraktığı mirasın geleneği sürdürülmelidir; bunun dışında bir gelecek; olsa olsa ceberut bir geleceksizliktir…
Dünü bu güne bağlayan; öncelikle bize ait ve geleceğimizle ilgili olmasıdır. 70’leri dünden bu güne taşıyan da zaten budur.
Bu gün artık 70’lere değil, bu geleneği özümseyerek yürüyenlere, doğruları arkasında duranlara, kararlı olanlara, özverilerde bulunanlara ihtiyacımız vardır.
Hayır; ideoloji-politik bir şey önermiyorum; böyle şeyler önerilip, vaz’edilemez… Seçilir; seçim sizin…
Ben size olsa olsa, insan olmanın öneminden, vazgeçilmesi mümkün olmayan gerekliliğinden söz edebilirim…



Bugünlerde 70’lerin insani itiraz geleneğine her zamankinden daha fazla muhtacız…
Birkaç gazete haberi bile bunun böyle olduğunu kanıtlamaya yeter de artar…
* Adana’da “taş atan çocuklara” yine ceza yağdı. Beşi çocuk dokuz kişiye örgüt üyeliği ve örgüt propagandası yapmak suçlarından 3.5 yıl ile 7 yıl arasında değişen hapis cezaları verildi![9]
* Şırnak’taki bir eylemde görüntülenen iki çocuğun 20 yıl hapsi istendi. Tek delil olan görüntülerde yüzü kapalı olan bir çocuğun sanık olduğu iddia ediliyor. Diğerinin ise elinde taş bile yok![10]
* Adana’da, ağır ceza mahkemeleri “polis fezlekesine” dayanarak çocuklara ceza yağdırmaya devam ediyor. Protesto gösterilerinde “kaçarken yakalandıkları” öne sürülen yedi çocuğa toplam 33 yıl 10 ay hapis cezası çıktı![11]
* Hakkâri’de polisin çocuk göstericilere müdahalesi kan akıttı. Başına dipçikle vurulan çocuk ağır yaralandı. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda bir çocuk, polisin başına dipçikle vurması sonucu ağır yaralandı![12]



* Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın raporuna göre, 2008 yılında faili meçhul cinayetlerde, yargısız infazlarda, gözaltında ölümlerde, önceki yıllara oranla düşüş değil artış yaşanıyor![13]
* Bolu Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, “şehit edilen her asker için bir DTP’li öldürülmeli” denilen yazıyı Bolu Ekspres gazetesinde kaleme alan Işın Erşen’le ilgili takipsizlik kararını, Düzce Ağır Ceza Mahkemesi’nin de onayladı![14]
Burada duruyorum; bu kadarı yeter de artar bile…
Haksızlığın, hukuksuzluğun dört yanı kuşattığı coğrafyamızda şimdi; onurun, itirazın, mücadelenin ne demek olduğunu biz(ler)e anlatan 70’ler geleneğini hatırlama/ hatırlatma zamanıdır!
70’ler geleneği “İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil,” diyen(lerin);
dünyaya aşağıdan bakan(ların);
yaşadıklarından asla pişman olmayan(ların);
John Maxwell’in, “İnsanlar, onları ne kadar umursadığımızı bilmedikçe, ne kadar bildiğimizi umursamazlar...”; Bertolt Brecht’in, “Yenilgilerimiz, rezalete karşı savaşa katılanlarımızın yeterince kalabalık olmadığından başka bir anlama gelmez”; V. İ. Lenin’in, “Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır,” sözlerine müthiş değer veren(lerin);



sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerin);
hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(ların);
ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin);
yani özetle “Aşk Hikâyesi”ndeki gibi, “Sevmek asla pişmanlık duymamaktır” kararlılığıyla Şirin için dağları delmenin cüretidir…
Şimdi biri kalkıp da, ağaran saçlarımı işaret ederek “Pişman mısınız?” derse hâlâ; Ona, Syrus’un, “Her soru cevaba layık değildir,” sözünü hatırlatırım öncelikle…
Ardından da, “İnsan istedi mi, pişman olmaya daima zaman bulur,” diyen Niccolo Machiavelli’nin sözlerinin altını çizerek, “pişman olmaya vaktim olmadı,” derim…
Sonra da Rosa Luxembourg’un, mezartaşında kayıtlı “pişmanlığa” itirazım yok der ve eklerim: Berlin Ayaklanması’nda kaybettiğimiz Rosa’nın mezar taşında “Pişmanım… Yaptıklarımı daha da fazla yapamadığım için…” sözleri kayıtlıdır…
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim…

19 Mayıs 2009 17:38:48, Ankara.

N O T L A R
[*] 21 Mayıs 2009 tarihinde Kocaeli Üniversitesi’nin 2009 Bahar Şenlikleri’ndeki “Üç Kuşak Gençlik (Türkiye’de Gençlik Hareketleri)” başlıklı panelde yapılan konuşma... 31 Mayıs 2009 tarihinde İsviçre’nin Basel kentinde düzenlenen “Devrim Şehitleri Anması”nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:102, Temmuz-Ağustos 2009…
[1] Şükrü Erbaş.
[2] ODTÜ’nün simgelerinden biri hâline gelen “Devrim” yazısı, 1968’de Deniz Gezmiş’in öncülüğünde kurulan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu üyesi 6 ODTÜ’lü öğrenci tarafından yazılmıştı. Yazı, 1970’li yıllarda üzerine dökülen talaş ve zift karışımının yakılmasıyla kalıcı hâle getirilmişti. (“ODTÜ ‘Devrim’i Yeniden Yazdı”, Milliyet, 11 Ekim 2008, s.25.)
[3] “O yıllarda dünyanın benzer ülkelerindeki gençlerle ortak bir dramı yaşadık biz. Sona ermiş sayılamayacak bir dramdır bu: Silahlı mücadeleyle ilgili tavır sorunundan kaynaklanır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan, alacağını almış bir dünyaydı: Demokratik bilinç yükselip devrimci duygular yaygınlaşıyordu... Derken, bir yanda Çin Halk Cumhuriyeti’nden, diğer yanda Latin Amerika’dan, Küba’dan, silahlı mücadele kuramlarına ve pratiklerine dair haberler gelmeye başladı. ‘Kır gerillası mı, şehir gerillası mı’ tartışmaları sökün etti vb. Silaha hayır diyenler ağır suçlamalarla karşılaşıyordu. (…)
60’ların sonu ve 70’ler, ‘mücadele’ sözcüğü yerine ‘savaş/ savaşım’ denen yıllardı. Dolayısıyla, ‘Kurtuluşa kadar savaş’ gibi tarihsel sloganlardaki ‘savaş’ sözcüğü, ‘mücadele’ anlamını içermektedir.”




(Necmiye Alpay, “Şirin”, Radikal, 30 Nisan 2009, s.22.)
[4] John Langshaw Austin, Söylemek ve Yapmak, Çev: R. Levent Aysever, Metis Yayınevi,2009.
[5] Richard Senet, Yeni Kapitalizmin Kültürü, çev: Aylin Onacak, Ayrıntı Yay., 2009.
[6] John Berger, Kıymetini Bil Her Şeyin, Çev: Beril Eyüboğlu, Metis Yay., 2009, s.107.
[7] Selim Yalçıner, Vakıf-Ceset Dökmek Yasaktır, Özgür Yay., 2009.
[8] Sibel Özbudun, “Küreselleşme ve Geleneği Yeniden Düşünmek”, B. Kümbetoğlu, H. Birkalan Gedik (der.) Gelenekten Geleceğe Antropoloji, Epsilon Yayınları, İstanbul, 2005, ss.53-56.
[9] Neşet Karadağ, “14 Yaşındaki ‘Taş Atan Çocuğa’ Örgüt Üyeliğinden 3.5 Yıl Hapis Cezası Verildi”, Radikal, 7 Nisan 2009, s.16.
[10] Özgür Cebe, “Bu Görüntüler 20 Yıl Hapis İstemine Yetti”, Radikal, 8 Nisan 2009, s.15.
[11] “Adana’da Yedi Çocuğa 33 Yıl Hapis Verildi”, Radikal, 19 Mart 2009, s.11.
[12] “14 Yaşındaki Çocuk 23 Nisan Günü Polis Dipçiğiyle Ağır Yaralı”, Radikal, 24 Nisan 2009, s.15.
[13] Hülya Keskin, “TİHV’in Raporu: ‘Yasalar Şiddeti Önlemiyor’…”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2009, s.7.
[14] Mesut Hasan Benli, “6-7 Eylül Olayları da Böyle Başlamıştı...”, Radikal, 15 Mart 2009, s.9.

2 Ağustos 2009 Pazar

Kemal Doğan / Eleştiri-Özeleştiri Kültüründen Yoksun Kalmamak....

02/08/09


En son yazmış olduğum yazıda sosyal demokrasi adı altında Soros’dan medet uman devrimci mücadeleye ve mücadelede şehit düşenlere saygısızlık yapanları yazmıştım. Yazımı çok olumlu bulanlar ve devrimcilerin-demokratların can çekiştiği şu günlerde böylesi yazıları dillendirmemek gerektiğini söyleyenler de oldu. Ben ise şöyle düşünüyorum, devrimci olana demokrat olana , sosyalist olana sözüm yok. Bu çerçeveye bürünmüş olan revizyonist, oportinist kişiliklere ve kurumlara söylüyorum. Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir partinin genel başkanı çıkıp rahatlıkla Mahir Çayan gibi bir değeri kirletmeye çalışıyorsa ve demokratlık adı altında Soros Paşa’dan medet umup, devrimcileri ,demokratları oyalamaktan hatta kafa karışıklığından öteye götüremeyen ve bu tutumu Teşhir etmenin bir devrimci sorumluluk olduğunun bilinçindeyim.

Türkiye Devrimci Hareketinde Deniz’ler , Mahir’ler ve Kaypakkaya’lar bağımsızlık uğruna canlarını veren devrimcilerden bir kaçıdır. Sosyal Demokrasi adına bunları kirletmeye çalışanları birazda olsa anlarız ama bunu Sosyalist olduklarını iddia ederek, hem Amerikan emperyalizmine karşı bayrak açmadan hem de Soros’dan medet umarak bağımsızlık şairini elden bırakmayan devrimci değerleri kirletmeye çalışanların kirletemelerine izin vermeyeceğiz. Bu konuyu daha derin analiz etmek gerekir CHP, DSP,SHP, YDH,10ARALIK Hareketi ve kendilerine sosyal demokrat diyen irili ufaklı bir çok akımın Sol olmadığını bizler iyi biliyoruz, birde sosyalist olduklarını iddia eden fakat buna göre hareket etmeyen bir çok akım, (parti) her ne kadar Leninist parti modeline uygun olmasalar da, hatta çok uzak olsalar da ve örgütlenme biçimini buna uygun yürütmeseler de kendilerinin sosyalist olduklarını söylüyorlar. Solun, Sosyalist mücadelenin bu vb akımlardan kurtularak,işçi sınıfı ile sosyalist hareketi bir bütün olarak ele alan ve buna uygun hareket eden örgütlenmeyi ciddiye alan bir yapıya ihtiyacı vardır. Söylemin ötesinde pratikte tutarlı bir hareketle sol kendini yapılandırmaladır.

Gerçek bir Sosyalist parti , kurum Eleştiri-Özeleştiri kültüründen yoksun olmamalı.Buna uygun hareket etmeli ve hatalarında ders çıkartarak yola devam etmeli, ancak bu yolla devrimci mücadeleyi kazanıp kitlelerle bağ kurmada önemli yol katedebiliriz. Lenin semce yazılarında "Bugüne dek bütün devrimci partiler, kendilerin! beğenmişlikleri, güçlerinin nerede olduğunu göremeyişleri ve eksikliklerin! ortaya koymaktan korkmaları yüzünden yıkılıp gitmişlerdir. Ama biz yıkılmayacağız. Çünkü biz eksikliklerimizi ortaya koymaktan korkmuyoruz ve onları yenmeyi öğreneceğiz." İşte Lenin yoldaş hatalarından ders çıkararak mücadele de kazanımlarını bizlere sundu. Parti-kurum hatalarından ders çıkartarak ve bu hataların özleleştirisini vererek Türkiye Devrimci Hareketinde önemli bir yol alarak , mücadeleye devam etmek durumundadır, aksi halde Üzülerek ifade ediyorum Türkiye devrimci hareketi şuan olduğu bunalımın dışına çıkmakta güçlük çekecektir. Eylemlerde sadece kendi kendimize slogan atarak, yayınlarımızı kitlelerden uzak protokol şeklinde birbirimize göndererek ve can alıcı bir sorun Kadro yaratmanın ve ideolojik yenilenmenin gerekliliklerini yerine getirmeyerek bulunduğumuz yerde dururuz.

Karl Marx'ın eleştiri özeleştiri anlayışı ve geçmişi eleştirilmesin den ne çıkardığını şu sözünden anlayabiliriz. "Bugüne kadar filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, oysa aslolan onun değiştirilmesidir." Evet yanlış anlaşılmaktan hep korktum, devrimci hareketlerin bir çoğu da Marx’ın dediği gibi sadece yorumladılar , onu değiştirmeye geldiğinde olumlu yol katedemediler bunun nedenlerini yukarıda da kısaca anlatmaya çalıştım. İnsan düşünen bir varlıktır. Düşünen varlık, doğası gereği, içinde bulunduğu toplumsal yapıya karşı da sürekli eleştireldir. Burada sorun bu düşünen ve eleştiren varlığın eleştirilerini salt yorumlamayla mı sınırladığı, yoksa değiştirme ve dönüştürme düzeyine mi olduğudur. Sosyalizmin savunucuları olarak devrimciler, kötülükleri, yanlışları ortadan kaldırmayı, doğruları savunmayı amaçlarlar. Felsefelerinin gereği budur. Yoksa onları ifade etme, yorumlama yöntemleri, eskinin değişmesi ve yıkılması için yetmez. Buda sadece ifadeden başka bir şey olmaz.

Devrimci mücadelede tutarlılık, özgüven ve mücadelede ısrarcı olmak , mücadelenin önkoşuludur. Devrimci hareketlerin kendi hata ve yanlışlıklarını açıklama cesaretine sahip olmaları gerekmektedir. Yine Lenin yoldaşın sol komünizm kitabından kısa bir alıntı yaparak devam edebiliriz "Bir siyasal partinin kendi yanılgıları karşısındaki tutumu bu partinin ciddi olup olmadığım, kendi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görevlerini yerine gerçekten getirip getirmediğini saptayabilmemiz için en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir. Yanılgısını içtenlikle kabul etmek, nedenleri arayıp bulmak, bu yanılgıya yol açan koşulları tahlil etmek, yanılgıyı doğrultma yollarım dikkatle incelemek, işte ciddi bir partinin belirtileri bunlardır."



Eleştiri-Özeleştiri devrimci mücadelenin soluk alıp verdiği bir yaşam biçimidir, ancak bu şekilde gelişip , güçlenip hedefe doğru emin adımlarla ilerleyebiliriz. Yoksa, yanlış ve eksikliklerin bilindiği halde, ve bunlar eleştiriye tabi tutulduğun da bunları kabul ettiği halde, gereğini yerine getirmemek , rahipler gibi günah çıkartmaya benzer. Sosyalistler ,Devrimciler hata yapmaz vb diye bir kural yoktur, devrimci mücadelede iş yapan engeller karşısında amansızca mücadele eden insan elbette hata yapacaktır . Lenin yoldaşın söylediği gibi "akıllı adam yanlış yapmayan adam değildir. Böylesi yoktur ve olamaz. Akıllı adam odur ki, pek ağır olmayan yanlışlar yapar ve onları kolayca ve çabucak düzeltir". Sorumluluğu gereği bu hatalardan ders almasını bilerek , yoldaşları ve hareketine bu hatalardan kaçınarak gerekli ders alarak yoluna devam etmesini bilen bir insan ancak mücadeleye yararlı hale gelebilir.