20 Aralık 2009 Pazar

Katliamın 9. yıldönümünde, Ulucanlar'da kalan eski bir tutsağın kaleminden:

9.YILINDA ULUCANLAR KATLİAMI VE MERKEZ KAPALI’NIN YEDİVEREN GÜLLERİ

Ulucanlar Cezaevi; tutsaklar arasında namı meşhur Şeftali Sokağı'nın sonradan daraltılmış hali
25 Eylül’ü 26 Eylül’e bağlayan gecenin sonunda sabaha doğru gelmişlerdi...Koğuşun tavanındaki mazgallardan, gözetleme kulelerinden gaz bombalarıyla, mermilerle saldırıyorlardı.Bir yandan da; Habiiip!... İsmeeet!... Cemaaaal!... Sadıııık!... Enveeer!... nidalarıyla alacakaranlığın sessizliğini yırtarak öldürecekleri insanların ismini okuyorlardı!..


Devletin elinde, dört duvar arasındaki devrimci sosyalist tutsaklara karşı planlı, programlı, tasarlanarak hazırlanan bu devlet katliamını; sabahın erken saatlerinden, hatta operasyonun başladığı alacakaranlıktan itibaren televizyon kanalları; "Ankara Ulucanlar Cezaevinde İsyan"!... diye duyuruyorlardı!...

Oysa "İSYAN" dedikleri şey 19 Eylül’de başlamış 25 Eylül’de "anlaşma" ile sonuçlanmıştı.Yıllardır 20-30 kişi kapasiteli; "devletin at ahırından bozma" koğuşlarda balık istifi 80-90-100 kişi kalan devrimci siyasi tutsaklar; "nefes alamıyoruz, bize bir koğuş daha açın" diye cezaevi idaresine, Adalet Bakanlığı’na dilekçe üstüne dilekçe vermişlerdi. Her seferinde de; "tamam bu sefer çözeceğiz, Adalet Bakanlığı’ndan onay bekliyoruz…" diye oyalanmışlardı.En son sayı 120’ye çıktığında artık tahammül sınırları çoktan aşılmıştı ve hala olumlu bir gelişme yoktu.Onlar da bir gün havalandırmanın duvarında eskiden açık olup sonradan tuğla ile örülen kapıyı yeniden açarak yan tarafta 15-20 adli tutuklunun bulunduğu 7. koğuşa geçerek "nefes alabilecekleri bir ikinci koğuş" sorununu yine cezaevi içinde fiilen çözmüşlerdi. Cezaevi idaresinden de bu durumu onaylamalarını ve yeni geçtikleri koğuşun boya ve badanasını yapmak üzere kireç-fırça ve boya istiyorlardı."İsyan" dedikleri buydu!..Tıpkı Yılmaz Güney’in ünlü "Duvar" filmine konu olan "Sübyan koğuşundaki isyan" gibi idi.

Onlar da kışın zemheri soğuğunda sobasızlıktan, kırık camlar nedeniyle kar, yağmur ve rüzgarda titremekten ve kişi başına günde verilen bir ekmekle doymadıklarından "soba, pencere camı ve iki ekmek" talebiyle "isyan" etmişlerdi.Bu kez bir hafta boyunca avukat ve aile görüşünün yasaklandığı, her an bir saldırı olur korkusuyla ailelerin ve demokratik kitle örgütü temsilcilerinin cezaevi karşısındaki parkta sabahladığı "gerginlik" 25 Eylül 1999 Cumartesi günü "anlaşma" ile sonuçlanmıştı.Koğuş temsilcileriyle cezaevi savcısı ve yönetimi arasında tutsakların vekili üç avukatın tanıklığında anlaşma yapılmış, koğuşlarını boyamaları için kireç, boya, fırça v.b. badana-boya malzemesi de verilmişti.…

Ve o gün Cumartesi olmasına rağmen Eski İHD Genel Başkanı, FİDEF Genel Başkan Yardımcısı Akın BİRDAL tahliye edilmişti.O gün bu tahliyeye kimse bir anlam verememişti.Hatta bunu da devletin bir "iyi niyet jesti" gibi algılayanlar bile olmuştu.O gecenin sabahında kanlı saldırı başladığında işin rengi açığa çıkacaktı...Çok sevdiklerinden değil ama bir süre önce İHD Genel Merkezi'ndeki bir suikastte kıl payı ölümden dönen Akın BİRDAL’a bu kez devletin güvencesi altındaki bir cezaevinde halel gelirse bunu dünya kamuoyuna anlatmakta zorlanacaklardı. İçeri saldıkları "ekibin" Akın BİRDAL'ı sağ bırakabileceklerine de güvenemedikleri için olsa gerek, cumartesi günü de olsa apar topar tahliye etmişlerdi.İlk saldırıda kurşunla yaralanan Ümit Altıntaş, Abuzer Çat ve henüz 17’sinde cezaevine düşen Zafer Kırbıyık katledilmişti. Habip Gül ise ağır yaralanmıştı.

Kalanlar gaz bombaları ve makineli tüfek tarakaları arasında yan taraftaki 4. koğuşa geçmişlerdi.Ranzalar-yataklar-yastıklar siper; içi su dolu leğenler ve ıslak havlular-çarşaflar gaz bombalarına karşı savunma araçlarıydı.Uzaktan avlayamadıkları tutsakları dışarı çıkarmak için itfaiye araçlarını yardıma çağırmışlardı.Melih Gökçek’in Büyükşehir Belediyesi’nden gönderilen itfaiye araçlarından 4. Koğuşa, havalandırmaya insan boyuna kadar köpük sıkılmıştı.Yangın söndürmede kullanılan köpük bu olayda insan boğmakta, yine yangın söndürmede kullanılan uzun demir kancalar insan avlamakta kullanılmıştı.Saatler süren tüfekli, gaz bombalı, köpüklü, kancalı saldırıyla direnç kırıldıktan sonra havalandırmaya dalan robocoplar yaralı ve bitkin tutsakları cam kırıkları üzerinden ayaklarından tutup kafa üstü sürükleyerek 500 metre ötedeki hamama götürmüşler, kullanılan zehirli gazlar saptanmasın diye üzerlerindeki tüm giysiler çıkarılıp çırılçıplak üst üste hamama yığılmışlar, sonra da kalaslarla öldüresiye dövülmüşlerdi.Bununla da yetinmemişler, kimisine özel işkenceler uygulamışlardı...Kalas darbeleriyle bütün vücudu, göğsü, omuzları, boynu, kafatası mosmor ve paramparça hale gelen İsmet Kavaklıoğlu’nu ayrıca hızar atölyesine götürüp belini 15 cm. uzunluğunda 2 parmak derinliğinde hızarla kesmişler, hayalarını, cinsel organını, bacaklarını kasatura darbeleriyle parçalamışlardı.

En son çenesinin altından sıktıkları, kafatasında sol kulağının arkasında kalan kurşun çekirdeğini kasaturayla kanırtarak çıkarmışlardı.Cemal Çakmak’ın bacaklarını delip geçen uzun namlulu kurşun yaralarına kalın demir mıhlar çakmışlar, göğsüne sıktıkları kurşunla "öldü" deyip; "leşini ordan alsınlar" diyerek Çankırı’ya gönderdikleri ring arabasının içine atmışlardı.Sabahın ilk saatlerinde vurulan Habip Gül, kanı çekilinceye kadar hastaneye gönderilmemiş, öğleye doğru hastaneye götürülürken öldürülmüştü. Yüzü-gözü kasatura darbeleriyle paramparça edilmişti!..Halil Türker’in karnı itfaiye kancası ile yarılmıştı.


9. yılında hala bu vahşeti anlatmaya kelimeler yetmiyor...Onlar; bacı, kardeş, eş ve çocuktular… Sömürü ve zorbalığın olmadığı sosyalist bir ülke ve dünya düşü -düşüncesi ile yola çıkmışlardı. Bir işçi mitinginde bildiri dağıtırken, bir memur mitinginde pankart taşırken izlenmiş, evlerine, işyerlerine yapılan baskınlardan götürülüp, işkenceli polis sorgularında alınan ifadelerle 15-20 yıla mahkum edilmişlerdi...Her şey baş-göz üstüne ama cezaevinde de olsa insan her zaman insandı. Balık istifi tıkıldıkları koğuşlarda fareler gibi havasızlıktan ölmek yerine nefes alabilecekleri bir koğuş istemişlerdi ve istemekle kalmayıp yan taraflarında bomboş duran olanağı fiilen kullanmışlardı.Bu son derece masum ve insani talepleri karşılandığında da kimsenin burnu kanamadan 1 hafta süren direnişlerine son vermişlerdi.Ama onlara "terörist" diyen devlet, onlarla yaptığı anlaşmayı demokratik kamuoyunu, ailelerini, avukatlarını kandırmak için iki yüzlü bir manevra olarak kullanmış, 24 saat bile beklemeden sabaha doğru içeriye saldığı ölüm mangalarıyla canlarını almaya gitmişti.Her türlü puşt işi zulme hazırlıklı olan onlar galiba bu kadarını da bu devletten bile beklememişlerdi. Yine de dört duvar arasında bütün güçleri ile direnmişlerdi.Katliamdan hemen sonra Kızılay Meydanı’ndaki protesto eyleminde Merkez Kapalı’nın yediveren gülleri ile çekilmiş fotoğrafı ile o her zamanki ağlarken gülümsermiş gibi, gülerken ağlarmış gibi duran hali ile, capcanlı, insanın gözünün içine bakan Abuzer Çat’ın görüntüsü yürekleri dağlıyordu.9 yıl sonra da onlar anmalarda, etkinliklerde koro halinde söyledikleri şarkıdaki gibiydiler."…dimdikti başlarıyiğit yoldaşlarınkızıl güller- karanfiller içinde…"Onlar bugün de taptaze anılarımızda Merkez Kapalı’nın yediveren gülleri idi.9 yıl sonra 10 kişiyi katleden, 100’e yakınını yaralayan katiller hala aramızda… kimseye bir ceza verilmiş değil...O günkü ölüm mangasının başında tanıdık bir isim; yıllar sonra Hrant Dink cinayetinde adı ön plana çıkan Trabzon İl Jandarma Alay Komutanı Albay Ali Öz!..

Devletin muhalif tutsaklara saldırısı Ulucanlar’la sınırlı kalmadı.O bir provaydı.1 yıl sonra 19 Aralık 2000’de 32 kişinin katledildiği, yüzlercesinin yaralandığı, büyük cezaevi saldırısının adını da "Hayata Dönüş" operasyonu koymuşlardı utanmazca...Onun da hesabını soran olmadı...Bugünlerde çokça; "demokratikleşme, Ergenekon, çetelerden hesap sorma" iddiaları havada uçuşuyor.Beri yanda devletin kirli yüzünü deşifre eden başta Temel Demirer gibi aydınlara peş peşe davalar açılmaya devam ediliyor.Bu konuda bir iç tutarlılıktan geçtik bir parça samimiyetten söz edilecekse Fırat’ın öte yakasındaki faili meçhullerin ve elbette cezaevindeki devrimcilere yönelik katliamların hesabı sorulmalıdır.Yoksa ozanın dediği gibi;"sabahın bir sahibi varSorarlar bir gün sorarlar…"Özgür ve sisteme aykırı düşünmenin, bu düşünceler doğrultusunda mücadele etmenin suç olmadığı, aykırı düşünenlerin işkenceye, zulme uğramadığı, öldürülmediği; öldürenlerden, kılına dahi dokunanlardan hesap sorulduğu bir ülke yaratıncaya kadar hangimiz özgür, hangimiz güvencede olabiliriz ki?..Devrimci tutsakları ruhen teslim almak için kanlı katliamlar pahasına açtıkları "5 yıldızlı otel konforundaki" F-tipi cezaevinde bugün darbeci emekli paşaların çok değil 1 ay gibi kısa bir sürede mesafe algısını kaybedip merdivenden yuvarlanarak boynunu kırması da tarihin bir ironisi olsa gerek.Ne demişler?.."Keser döner sap döner. Bir gün dönüp sahibini de keser..."

Kime niyet açılan F-tipi zindanlar açık kaldıkça daha kimleri konuk eder?
Kim bilir?..

22 Eylül 2008 Ankara

MAHMUT KONUK

7 Aralık 2009 Pazartesi

Kemal Doğan / BİR ENKAZ YIĞINI; HASAN BALCIOĞLU

BİR ENKAZ YIĞINI; HASAN BALCIOĞLU

Her alanda devrimciliğe savaş açmış bu enkaz yığını, hem kendi geçmişine hem de mücadele arkadaşlarına saldırmayı kendine görev edinmiş durumdadır. Onlar, devrimciliği her alanda bir sorumluluk olarak üstlenenlere karşı “eleştiri” kültüründen çok uzak, küfürvari bir yaklaşımla ne kadar ( devrimci ) olduklarını ortaya koymuş bulunmaktadır.

Devrimci mücadele uğruna şehit olan, o değerli insanlar üzerinden prim yapmaya çalışan bu adam, onlara kendi ağzıyla saygısızlık yapmaya devam ediyor. Kendi açmış olduğu sitesinde de bunu açıkça ifade ediyor. “…bizler örgütü yeniden inşa etmek değil de o tarihi sizlerle paylaşmak için vb…” şeklinde yazıyor. Evet, buradan çıkan sonucu anlamamak mümkün değil, herkes devrimci olmaz ne kadar öyle gözükmeye çalışsa da… Devrimcilik her alanda onun için mücadele etmektir. Bunu bir yaşam biçimi haline getirmektir.

Devrimcilik küfürleşme değil, sevgiyi, doğruluğu ve dürüstlüğü ister; birbirlerinin boğazından tutan değil, birbirlerine artılar kazandıran, eksiklerini arındıran bir ilişki ister. Devrimci olmak kişilik isteyen, onurlu olmayı, sorgulayıcılığı davranmayı, hesap verme ve hesap sormayı dayatan; ilkeli, prensipli olmayı, şerefli ve haysiyetli davranmayı, yaşamayı, söylediğini yapma ve sözüyle özü bir olmayı gerektirir.

Çok şey mi isteniyor sizce? Sıradan ilişkilerin içinde de olması gereken bu değerler aslında “insan olma”nın ortak değerleri değil midir? Siz ki sıradanlığa bile ulaşamamışken, burada hangi kimlik ve değerler adına kimleri temsil ediyorsunuz? Hangi inanç, öğreti ya da siyasi perspektifin içinde bu ahlak ve insanlık anlayışı var, söyler misiniz bana? Düşmansanız bunun da bir etiği olmalı. En kanlı savaşlarda bile düşmana karşı centilmenlik ilkesi hakim olmuş, bunu uygulamayanlarsa tarih boyu nesillerce yargılanmışlardır.

Kendime duyduğum saygı ve etik gereği, sizin insanlık tutumunuz için insana yakışmayan hiçbir sözcüğü kullanmamaya gayret gösteriyor ve sizi kendi halinize bırakıyorum.

9 Kasım 2009 Pazartesi

KİM DEĞİŞTİ, DEĞİŞEN NE?

Bundan 20 yıl öncesinde TDKP girmiş olduğu rotaya ve daha sonraları Dev Yol ve benzerlerinin girmiş oldukları legalizm ve reformizm batağına bir başkası girdi hemde düne kadar onların legalleşmelerini düzen içerisine çekilmelerini en ağır dille eleştiren marksist leninstler adım attı ve bu açılımda ve bu doğumda ESP doğdu? ESP kuruluşunu şöyle duyuruyor. “Emperyalist küresel krizin yerküreyi sardığı, dünyanın pek çok ülkesinde savaş ve işgallerin hüküm sürdüğü; Kürt ulusal direnişinin bölgesel çapta sömürgeci cepheyi bunalttığı; kırdan kente göçün artarak emekçi semtleri birer üretim ve yerleşim havzasına dönüştürdüğü; fabrikaların işçi hapishanelerine ve işçi sınıfının üretim tutsaklarına dönüştürüldüğü; Türk egemen sınıflarının “Kürt sorunu” ve “Ermeni sorunu” üzerinden tarihsel gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalarak iç ve dış politikalarını yeniden yapılandırmaya giriştiği; evrensel ölçekte marksizmin saygınlığını yükselttiği koşullarda kurulan Ezilenlerin Sosyalist Partisi, dünya halklarını Türkiye’deki evrensel mevzisi olarak, işçi sınıfı ve ezilenlerin bağrında devrim umudunu büyütecek, sosyalizmi seçenekleştirecektir.”

ESP’yi kuracak işçiler, kadınlar, gençler, aydınlar ve yoksulların uzun yıllardır özgürlük ve sosyalizm için mücadele ettiğine dikkat çekerek, “Onları yaşamın tüm alanlarındaki çetin savaşımlardan tanıyorsunuz. O yüzdendir ki, ESP senelerdir yürütülen devrimci mücadelenin yasal formda en üst örgütsel biçime kavuşturulmasıdır” Bu söylemleri çok önceden söyleyenler oldu hafızalarımızı tazeleyelim. Bütün dünyada emperyalist kapitalist sistemin derin bir bunalıma girdiği bir dönemde gerçekleşen Emek Partisi Kongresi, işçi sınıfımızın ve halklarımızın mücadelesini daha da ilerletecek, önümüzdeki süreci bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin zaferi için değerlendirecek bir dizi kararlar almıştır. Kapitalizm, bütün olanaklarını seferber etmesine rağmen, içine düştüğü krizden kurtulmanın yolunu bulamamaktadır. Aşırı ve anarşik üretim, kitlelerin gittikçe derinleşen yoksulluğunun uçurumuna düşmüştür. Emperyalizm, dünya çapında çöküş sürecine girmiştir. Sermaye, krizden çıkış olanaklarını, işçi ve emekçi kitlelerin hayatının içinde arıyor. Daha ağır sömürü koşulları yaratarak, birikimlerine el koyarak, haklarını kısıtlayarak işçi ve emekçilerin sırtından kendi krizini atlatmaya çalışıyor. Bugün en önemli ve temel görevimiz, halk güçlerinin birliğinin sağlanmasıdır. Başta işçi sınıfımız olmak üzere, kır emekçilerinin, küçük üretici köylülüğün, kamu emekçilerinin, Kürt halkının, kadınların, gençlerin ve aydınların kitlesel demokratik birliğinin sağlanması için gerekli araçların yaratılmasında, partimizin belirleyici bir rol oynayacağı açıktır.

Bu amaçla, sendikalar, meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri, aydın ve sanatçı kuruluşları, fabrikalardan, işyerlerinden, üretim alanlarından, en küçük yerleşim biriminden en büyük kentlere kadar her yerde birlikte örgütlenmenin bütün olanaklarını kullanarak birleşik bir halk hareketi yaratmaya seferber etmeliyiz. Kongremizden aldığımız güçle, tam bir irade birliği içinde, emperyalizme ve kapitalizme, tekelci burjuvazinin siyasal, iktisadi, sosyal ve kültürel saldırılarına karşı, işçilerin ve emekçilerin iktidarı için çalışmak üzere, görevimizin başındayız. Devam edelim benzeri söylem içerisinde olanlarla. 21. Yüzyıl‘da hem uluslararası düzlemde hem de Türkiye‘de, sermaye egemenliğinin dışında ve bunun ötesine geçen bir çözüm aramak, bunun gerektirdiği mücadelenin sorumluluklarını üstlenmek, bir insanlık görevi olarak karşımızda duruyor. Sınıflı toplumların ortaya çıkışından bu yana insanlığın özlemi olan, işçi ve emekçi sınıfların pratiğinde kendini yeniden üreten eşit, özgür, sömürüsüz ve sınıfsız bir dünya arayışı bu mücadelenin eksenini oluşturuyor. Bu evrensel ve tarihsel özlemin taşıyıcısı olan Özgürlük ve Dayanışma Partisi, kapitalizmin ve onun insanlığa dayattığı bütün baskı, sömürü, şiddet ve eşitsizlik biçimlerinin ortadan kalkmasını savunur.

ÖDP, özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, ekolojist, militarizm karşıtı ve feminist bir sosyalizm doğrultusunda, sermaye güçlerinin egemenliğini ve emperyalizmin tahakkümünü ortadan kaldırarak emek güçlerinin siyasi iktidarının kurulmasını amaçlar. Marksist Leninist kominstler bakın nasıl degerlendiryordu bu legalizmi ve teorisyenlerini.

PARLAMENTODAN DEVRİMCİ AMAÇLARLA YARARLANMA

Türkiye, güçlü olmasa da belli bir parlamentarizm geleneğine sahiptir. Ezilen ve sömürülen milyonlar, burjuva liderlerin arkasından gitmeye, burjuva partileri desteklemeye ve oy vermeye eğitilmişlerdir. Çok yanılsamalı bir biçimde, burjuva ideolojisinin hegemonyası altında burjuva partilerin varlığı+seçimler+parlamento; demokrasi olarak sunulmakta ve algılanabilmekte, milyonlar, parlamentoda dönen dolaplardan habersiz, ülkenin oradan yönetildiğini, belirleyici kararların orada alındığını vb. sanmakta, temsilcilerini oraya göndermek istemektedirler. Günümüzde devletin ve sermayenin en ücra köşelere değin ulaşabilen güçlü propaganda aygıtlarının da etkisiyle, yığınlar için parlamento, kendi çıkarlarının da söz konusu olduğu önemli bir politik kurum olarak görülmektedir. Komünistler, parlamentarizme karşı ilkesel tutumlarını baştan itibaren açıklıkla ilan etmişlerdir. Dünya ölçeğinde günümüz koşullarında parlamentarizm yönündeki eğilimin geçici güçlenmesine karşın, parlamentarizm, tarihsel bakımdan aşılmıştır. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların devlet yönetimine doğrudan ve sürekli katılımını, seçilmiş temsilcileri üzerindeki egemenlik ve denetimini olanaklı kılan, yasama ve yürütmeyi birleştirerek bürokrasiyi azal-tan, devlet yönetimini basitleştiren sovyetler (konseyler, komünler, halk meclisleri vb.) işçi sınıfı ve emekçi yığınların devlet örgütlenmesinin en ileri biçimi olarak parlamentarizmin aşılması demektir. "Sol" adına, işçi sınıfı ve çalışan yığınların öncülüğü adına, parlamentarizm biçimindeki reformizmin yaygın ve güçlü olduğu koşullarda, parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanma taktiği sekterce reddedilmeksizin, parlamentarizme karşı savaşımın aralıksız ve yoğun olarak sürdürülmesi asla ihmal edilemez bir görevdir. Bu ilkesel tutumun temel bir yönünü de, işçi sınıfı ve çalışan yığınların, parlamentoda çoğunluk oluşturmak yoluyla iktidarı burjuvazi ve egemen sınıflardan alınabileceğine dair yaygın ve güçlü hayallerine (parlamenter ahmaklık) karşı savaşım, iktidarın alınabilmesi için işçi sınıfı ve emekçi yığınların silahlı başkaldırısının hazırlanmasının kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunun açıklanması ekseninde sistematik bir biçimde sürdürülmesi oluşturmalıdır. En demokratiğinden en uydurmasına değin parlamento, burjuvazinin sınıf egemenliğini gizleyen "demokratik" bir örtüdür. Parlamentoların sahip olduğu hukuki yetkiler ne olursa olsun, iktidar, parlamento dışındaki devlet organlarındadır. Ülkemizde, bu herşeyden önce MGK ve Genelkurmaydır. Parlamentoyu politik mücadelenin başlıca alanı olarak gören yaklaşım ve mücadele tarzı, parlamentarizm biçiminde reformizmin tuzağına düşmek, düzen içine çekilerek burjuvazinin hegemonyası altına girmek demektir. "Sol"da, günümüz koşullarında bu türden eğilimlerin belirgin bir biçimde güçlenmekte olduğu asla gözden kaçırılmamalıdır. Diğer yandan, lafta ne denirse densin parlementoyu sınıf mücadelesinin bir alanı olarak görmeyen yaklaşım, seçimler ve parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanılmasının reddini getiren sekterce ilgisizliktir. Parlamento dışında yığınların devrimci inisiyatifini geliştirmeyi, parlamento dışı mücadele yöntem ye biçimlerini temel alan komünistler; bunu parlamentodan devrimci amaçlarla yararlanma taktiği ile birleştirmek, parlamentoyu geniş yığınlara seslendikleri, burjuvazinin iktidarının gerçek yüzünü teşhir ettikleri bir kürsü olarak kullanarak, parlamento dışı mücadeleye tabi kılarlar.

Parlamento seçimlerinden devrimci amaçlarla yararlanmada izlenebilecek taktik, bağımsız komünist adaylar göstermekten, komünistlerin diğer olanaklı güçlerle devrimci bir seçim bloku oluşturulmasına ya da devrimci bir kitle partisi vb. kurulmasına değin varan çok değişik biçimlerde somutlaşabilir. Şimdiden şu kadarı söylenebilir ve söylenmelidir: Komünistlerin örgütsel ve politik güçlerinin zayıflığının yanı sıra propaganda, ajitasyon ve örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı faşist diktatörlük koşullarında, devrimci amaçlarla kullanmak üzere parlamentoya komünist adayları göndermeyi başarabilmeleri, bugün için zordan da öte imkansız gibi bir şeydir. Bu durumda, komünistler seçimler döneminde devrimci, yurtsever, ilerici ve anti-faşist güçlerle devrimci bir temelde olanaklı en geniş güçleri birleştiren seçim anlaşmaları yapmaya dayanan taktikler izlemeyi öngörmelidirler.. Burada sormak gerekiyor bu kurulan ESP taktikselmidir yoksa stratejik bir değişimmidir? Bu ülkede eğer emek sermaye çelişkisi yalın bir şekilde ortada duruyorsa ve bu ülkeyi parlementer sistem değilde MGK yönetiyorsa ki öyledirde bu değişimi nasıl okumalı nasıl değerlendirmeliyiz? EMEP ÖDP ve öncelleri reformist parlementeristse ESP ve onun kurucu kurmayları nasıldır nasıl değerlendirelim? Yok eğer günün koşulları gereği ve sınıfın partileriyse demekki bunlar ESP den 20 yıl daha ileri düzeydeler, bunun başka bir izahı varsa onuda bu arkadaşlar izah etsinler, etmelilerde? Yoksa demokratik açılımın ürünümü bu ESP. Değişen kim, değişen ne?

6 Kasım 2009 Cuma

Tasfiyecilikte Son Nokta .


Uzun zamandır Legalizm batağının içinde sürünen Ezilenlerin Sosyalist Platformu , Bugün Ezilenlerin Sosyalist Partisi Girişimi imzasıyla bir açıklama yaptı,

"Umudun ve özgürlüğün partisi olma inancı ve iddiasıyla başlatıyoruz yürüyüşümüzü" denildi.
Her fırsatla legalizmi yerden yere vuracak açıklamalar yaparken, bir taraftan o bataklığın içinde çırpındıkları ortadaydı.


Devrimci Yol, Tdkp ‘ den sonra Türkiye Devrimci Hareketi içersinde legalizm batağının içersinde yol almayı tercih eden ESP’ye başarılar. Ama unutmamaları gereken bir çok nokta var onlara fazla değinmeden Mücadele uğruna onca Devrim Şehidi bunun için ölmedi onların ve Kutsiye Ablanın kemikleri sızlıyor şimdi.

29 Ekim 2009 Perşembe

V.İ . Lenin

BİZE GEREKLİ OLAN NASIL BİR ÖRGÜTTÜR?

Bütün söylenenlerden, okur, "plan-olarak-taktikler"imizin, hemen saldırıya geçmeye çağrıyı reddettiğini; "düşman kalesinin etkin bir biçimde kuşatılmasını" istediğini; ya da bir başka deyişle, bütün güçlerin kalıcı bir ordunun toplanmasına, örgütlenmesine ve seferber edilmesine yöneltilmesini istediğini görecektir.

Raboçeye Dyelo'yu ekonomizmden birdenbire saldırı çığğrtkanlığına ("Listok" Raboçego Dyela,[79] n° 6, Nisan 1901) atladığı için alaya aldığımiz zaman, bu gazete elbette bizi "doktriner" olmakla, devrimci görevimizi anlamamakla, ihtiyatlı olmayı öğütlemekle vb. suçladı. Biz bu suçlamaların, tamamen ilkelerden yoksun olanlardan ve bütün tartışmalardan derin bir "süreç-olarak-taktikler"den dem vurarak kaçanlardan gelmesine elbette hiç şaşırmadık; tıpkı bu suçlamaların, kalıcı programlara ve taktik ilkelere küçümseme ile bakan Nadejdin tarafından yinelenmesine de şaşmadıksa. Tarihin kendi kendini yinelemediği söylenir. Ama Nadejdin, tarihin kendini yinelemesi için her türlü çabayı harcıyor ve "devrimci eğitimi" suçlayarak, "tehlike çanlarının çalınması" ve özel bir "devrimin arifesi görüşü" [sayfa 209] vb. konusunda bağırıp çağırarak Çakov'u taklit ediyor. Besbelli ki, özgün tarihsel olay bir trajediyse onun kopyası bir komedi olacaktır, yolundaki ünlü sözü unutmuş[80] Çakov'un propagandasıyla hazırlanan ve gerçekten dehşet yaratan "dehşet yaratıcı" terör yoluyla gerçekleştirilen iktidari ele geçirme girişimi, görkemli bir şeydi, oysa bu küçük Çakov'un "kızıştırıcı" terörü sadece gülünçtür, özellikle bunu vasat insanlar örgütü düşüncesiyle desteklemeye kalktığı zaman. "Eğer İskra", diye yazıyor Nadejdin, "o kitabilik havasından bir kurtulsaydı, bunların [örneğin İskra n° 7'de yayınlanan bir işçinin mektubu, vb. gibi olayların] "saldırının" yakın, pek yakın olduğunu gösteren belirtiler olduğunu ve şu anda [aynen böyle!] Rusya çapında bir gazeteye bağlı bir örgütten sözetmenin masabaşı düşünceler ve masabaşı eylemler yaymak olduğunu görürdü.

"Ne akıl almaz bir karışıklık!" Bir yandan kızıştırıcı terör ve "ortalama insanlar örgütü" savunuluyor ve bu yapılırken "daha somut" bir şey çevresinde, örneğin yerel gazeteler çevresinde biraraya gelmenin "çok daha kolay" olduğu ileri sürülüyor; öte yandan, bütün Rusya için bir örgütten "şu anda" sözetmenin, masabaşı düşünceler yaymak olduğu iddia olunuyor, yani, daha açık söylemek gerekirse, "şu anda" artık çok geç kalındığı söyleniyor! Ama "Yerel gazetelerin geniş bir biçimde örgütlendirilmesi"nden ne haber — bunun için de artık çok geç değil mi sevgili L. Nadejdin? İskra'nın görüşünü ve taktik çizgisini bununla kıyaslayınız; kızıştırıcı terör saçmadır; bir ortalama insanlar örgütünden ve yerel gazetelerin yaygın bir biçimde yayınlanmasından sözetmek, ekonomizme kapıları ardına kadar açmak olur. Bütün Rusya'yı kapsayan tek bir devrimciler örgütünden sözetmeliyiz; ve kâğıt üzerinde değil de gerçek saldırı başlayıncaya dek bundan sözetmek için hiç bir zaman geç kalınmış olunmayacaktır. [sayfa 210] "Evet", diye devam ediyor Nadejdin, "örgütlenme konusunda durumumuz hiç de parlak değildir; evet, İskra, savaş güçlerimizin büyük kısmı gönüllülerden ve isyancılardan meydana gelmektedir derken tamamen haklıdır. ... Güçlerimizin durumunu soğukkanlılıkla doğru olarak değerlendirmemiz iyi bir şey. Ama, yığınların hiç de bizim malımız olmadığını ve bu yüzden de askeri harekâta ne zaman başlanacağını bizden sormayacaklarını, kendiliklerinden 'harekete geçeceklerini' unutmak niye. ...

Kalabalığın kendisi ilkel yıkıcı gücüyle harekete geçtiği zaman, saflarına hep son derece sistemli örgütlenmeyi sokmaya çalıştığımız, ama bir türlü başaramadığımız 'düzenli birlikler'in üstesinden gelip onları safdışı edebilir." (italikler bizim.) Şaşılası bir mantık! Asıl "yığınlar bizim malımız olmadığı" içindir ki ani bir "saldırı" konusunda çığırtkanlık etmenin gereği yoktur, bu saçma bir davranıştır; çünkü, saldırı, düzenli birliklerin hareketidir ve yığının kendiliğinden atılımı olamaz. Kalabalığın düzenli birliklerin üstesinden gelmesi ve onları safdışı etmesi mümkün olduğu içindir ki, sürekli birlikler arasında "son derece sistemli örgütlendirme" çalışmamızla kendiliğinden atılıma mutlaka "yetişmeliyiz", çünkü bu örgütlendirme işini ne kadar çok "başarırsak" düzenli birliklerin kalabalık tarafından safdışı edilmeyip ileriye doğru kalabalığın başında yürümesi şansları o ölçüde artar. Nadejdin yanılmaktadır, çünkü, sistemli örgütlenme sırasında, birliklerin onları yığınlardan tecrit eden bir şeyle uğraştığını sanmaktadır, oysa gerçekte birlikler, tamamıyla çok yönlü ve her şeyi kucaklayan siyasal ajitasyonla, yani yığınların ilkel yıkıcı gücüyle devrimciler örgütünün bilinçli yıkıcı gücünü birbirine yaklaştıran ve tek bir bütün halinde birleştiren bir çalışma içerisinde bulunmaktadırlar. Siz, baylar, kendi suçunuzu başkasına yükleme çabasındasınız. [sayfa 211] Çünkü programına terörü sokarak bir teröristler örgütünün kurulmasını isteyen, Svoboda grubunun kendisidir, ve böyle bir örgüt, ne yazık ki henüz bizim malımız olmayan ve ne yazık ki mücadeleye nerede ve nasıl girişeceklerini henüz bizden sormayan, ya da pek seyrek soran yığınlarla birliklerimizin daha sıkı bağlar kurmasını gerçekten önlerdi.


Ve Nadejdin, İskra'yı korkutmaya çalışarak, "Devrimin kendisinin de geldiğini göremeyeceğiz", diye yazıyor, "nasıl ki, bizi hazırlıksız yakalayan son olayların geldiğini görmedikse." Bu tümce, yukarıya aktarılan sözlerle birlikte ele alındığında, Svoboda'nın icat ettiği "devrimin arifesi görüşü"nün saçmalığını açıkça gösterir. [100*] Açıkça konduğunda, bu özel "görüş", tartışmak ve hazırlanmak için "artık" çok geç olduğu sonucunu vermektedir. "Kitabiliğin" çok değerli muhalifi, eğer durum buysa, "Teori [101*] ve Taktik Sorunları" üzerine 132 sayfalık bir broşür yazmanın ne değeri vardı? Onun yerine, içinde "Vurun Kafalarına!" özet çağrısının bulunduğu 132.000 bildiri yayınlamak "devrimin arifesi görüşüne" daha yakışır bir davraniş olmaz mıydı? İskra gibi ulus ölçüsünde bir siyasal ajitasyonu, [sayfa 212] programlarının, taktiklerinin ve örgütsel çalışmalarının temel taşı yapanlar, devrimin geldiğini önceden görememe tehlikesini en azına indirmiş olanlardır. Bugün Rusya'da bir uçtan bir uca Rusya çapındaki gazeteden yayılan bağlantılar ağı örmekle uğraşanlar, sadece, ilkyaz olaylarını önceden görmekle kalmadılar, üstelik bize, bu olayların geldiğini önceden haber verme olanağını sağladılar. Onlar, İskra, n° 13 ve 14'te anlatılan gösterileri[81] de önceden gördüler, ve bununla da yetinmeyip, kendiliğinden ayaklanan yığınların yardımına koşmanın ve, aynı zamanda, gazete aracılığıyla, Rusya'daki bütün yoldaşların gösteriler hakkında bilgi edinmelerini ve elde edilen deneyimden yararlanmalarını sağlamanın kendi görevleri olduğu bilinciyle, bu gösterilere katıldılar. Ve bu kimseler, eğer ömürleri yeterse, her şeyden önce ajitasyonda deneyim sahibi olmamızı, her protesto hareketini (sosyal-demokratik biçimde) destekleme yeteneğinde bulunmamızı ve aynı zamanda kendiliğinden hareketi dostların hatalarından ve düşmanların tuzaklarından koruyarak yönetmemizi gerektiren devrimin de geldiğini göreceklerdir.

Böylece ortak gazete için ortak çalışmayla kurulacak olan bütün Rusya için bir gazetenin çevresinde bir örgütlenme planı üzerinde direnerek durmamızın sonuncu nedenine gelmiş bulunuyoruz. Ancak böyle bir örgüttür ki, militan bir sosyal-demokrat esnekliği, yani mücadelenin en çeşitli ve hızlı değişen koşullarına hemen uyma yeteneğini, "bir yandan sayıca üstün olan ve güçlerini bir noktada toplamış bulunan bir düşmanla açık alanda savaştan kaçınırken, öte yandan düşmanın manevra yeteneksizliğinden yararlanarak en az beklediği yerde ve anda ona karşı saldırıya geçme" [102*] yeteneğini sağlayacaktır. [sayfa 213] Parti örgütünü kurarken sadece patlamalara ve sokak çatışmalarına, ya da "tekdüze günlük mücadelenin ilerleyişine" güvenmek büyük hata olur. Biz her zaman günlük çalışmamızı yapmalıyız ve her zaman her şeye hazır olmalıyız, çünkü çok kez patlama dönemleri ile durgun dönemlerin birbirinin yerini ne zaman alacağını önceden kestirmek hemen hemen olanaksızdır. Bu değişmeleri önceden görebildiğimiz hallerde de, bu öngörüden örgütümüzü yeniden kurmak için yararlanamayız; çünkü otokratik bir ülkede böyle değişiklikler şaşılacak bir hızla meydana gelir ve bazan bu değişiklikler, çarın yeniçerilerinin [103*] bir gecelik baskınıyla olur. Ve devrimin kendisi de (görünüşe göre Nadejdin'lerin sandığı gibi) tek bir hareket olarak değil, azçok güçlü patlamalar döneminin azçok mutlak durgunluktaki dönemlerinin dizi halinde birbirinin yerini alması olarak düşünülmelidir. Bundan ötürü, parti örgütümüzün eyleminin başlıca içeriği, bu eylemin yoğunlaşma noktası, en güçlü patlama döneminde olduğu gibi en durgun dönemde de mümkün ve mutlaka gerekli çalışma olmalıdır, yani Rusya'nın bir ucundan bir ucuna birbiriyle bağlantılı, yaşamın bütün yönlerini aydınlatan, ve yığınların olabildiğince geniş katları arasında yürütülen siyasal ajitasyon çalışması olmalıdır. Ama öyle bir çalışma, bugünün Rusya'sında, sık sık yayınlanan bütün Rusya için bir gazete olmadan düşünülemez. Bu [sayfa 214] gazete çevresinde kurulacak olan örgüt, buna katkıda bulunanların (sözcüğün geniş anlamıyla, yani gazete için çalışanların tümünün) örgütü, her şeye, devrim dalgasının "alçalış" dönemlerinde partinin onurunu, saygınlığını ve yürekliliğini korumaktan, ulus çapındaki silahlı ayaklanmayı hazırlamaya, zamanını saptamaya ve gerçekleştirmeye kadar her şeye hazır olacaktır. Rusya'da pek olağan bir durumu gözünüzün önüne getiriniz: bir ya da birkaç yörede yoldaşlarımızın tamamının polis tarafından toplanmasını. Bütün yerel örgütleri birleştiren tek bir ortak, düzenli eylem yokluğunda, bu gibi baskınlar, çok kez çalışmaların aylarca durması sonucunu vermektedir. Ama eğer bütün yerel örgütlerin ortak bir eylemi olsaydı, o zaman, çok önemli bir tutuklama halinde bile, iki-üç enerjik kişi birkaç hafta içinde ortak merkezle ve, bildiğimiz gibi, şimdi bile hızla yerden fışkıran yeni gençlik çevreleriyle bağ kurabilirdi. Ve arasıra tutuklamalarla darbelenen ortak eylem herkesçe bilindiğinde, yeni çevrelerin ortaya çıkıp merkezle bağlantı kurmaları daha da hızlı olurdu.

Öte yandan, gözünüzün önüne bir halk ayaklanmasını getirin. Bu konuda düşünmemiz ve buna hazırlanmamız gerektiği konusunda herhalde artık herkes görüş birliği içinde olacaktır. Ama nasıl? Merkez komitesi ayaklanmayı hazırlama amacıyla, elbette bütün yörelere ajanlar atayamaz. Bir merkez komitesine sahip bulunsaydık bile, Rusya'daki bugünkü koşullar altında bu komite bu gibi atamalarla kesinlikle hiç bir şey başaramazdı. Ama ortak gazetenin kurulması ve dağıtılması sırasında oluşacak ajanlar ağı, [104*] ayaklanma çağrısının yapılmasını [sayfa 215] "oturup beklemek" zorunda kalmaz, bir ayaklanma durumunda en yüksek başarı olasılığını güvence altına alacak düzenli eylemi yürütebilirdi. Böyle bir eylem, bir ayaklanma için çok önemli olan ve bizim çalışan yığınların en geniş katları ve otokrasiden hoşnutsuz olan bütün topiumsal katlarla olan bağlarımızı güçlendirirdi. Genel siyasal durumu doğru bir biçimde değerlendirme yeteneğini, ve bunun sonucu olarak da, bir ayaklanma için uygun anı seçme yeteneğini geliştirmeye hizmet edecek olan işte bu eylemdir. Bütün yerel örgütleri, Rusya'nın tamamını harekete geçiren aynı siyasal sorunlara, olaylara ve sonuçlara aynı anda tepki gösterme ve böyle "olaylara" olabildiğince güçlü, uyumlu ve uygun bir biçimde tepki gösterme bakımından eğitecek olan işte bu eylemlerdir; çünkü bir ayaklanma, özünde, tüm halkın hükümete karşı en güçlü, en uyumlu ve en uygun "yanıtı"dır. Son olarak, baştan başa tüm Rusya'daki bütün devrimci örgütleri birbirleriyle en sürekli, ve aynı zamanda da en gizli bağlara sahip olma bakımından eğitecek, böylelikle gerçek parti birliğini yaratacak olan işte bu eylemlerdir; çünkü böyle bağlar olmaksızın, ayaklanmanın planını kolektif olarak tartışmak ve ayaklanmanın arifesinde zorunlu hazırlık önlemlerini, en sıkı bir gizlilik içinde tutulması gereken önlemleri almak olanaksızdır.

Tek sözcükle, "bütün Rusya için bir siyasal gazete planı", (gereği kadar düşünmemiş olanların sandığı gibi) dogmacılığa ve kitabiliğe saplanmış masabaşı [sayfa 216] çalışması yürütenlerin emeğinin ürünü değildir, tam tersine, bu plan, günlük olağan çalışmayı bir an bile unutmadan ayaklanmaya hemen bütün yönlerden hazırlanabilmek için en pratik plandır. [sayfa 217]

18 Ekim 2009 Pazar

ADALILAR / Devrimci Kamuyouna ve Halklarımıza;


2002 yılında yeniden inşa şiarıyla sınıflar savaşında devrimci sosyalist mücadeleyi yükseltmek hedefiyle çıkış yapan ancak 2005 sonrası ortaya koyduğu hedeflerden legalizme ve pasifizme sapan Halk Kültür Merkezleri (EMEK VE ÖZGÜRLÜK CEPHESİ) örgütlenmesi, içte yaşanan kariyerist, stotükocu tarza engel olamamış,eleştiri özeleştiri ilkesini ihlal ederek genç kadrolarının devrimci ruhunu tasfiye etmeye çalışmışdır.


Çayan'ların ışığıyla aydınlanan yolumuzda sağ sapmaya geçit vermemek için ayrılık şart olmuştur.Devrimci pratigin ürünü olarak çıktığımız bu yol ezilen halkın bilincinin ve iradesinin yoludur. Ayrılığın ardından geliştirmeye çalıştığımız devrimci tarzı her seferinde yıpratmak için yoğun çaba sarf eden bu hareket, ortaya çıkan Marksist Leninist devrimci iradeyi kırmaya çalışarak basit ve asılsız iddalarla son müdahalesini 17 ekim gecesi yapmış, içinden geldikleri hareketin geliştirdiği devrimci kültür ve ahlakın son kırıntılarınıda bir devrimciye silah çekip ölümle tehtit ederek yok etmişlerdir. Yoldaşımıza saldıran kişilerin ikisi Gebze HKM çalışanları, bir diğeri ise Hareketin üst düzey merkezi yöneticisidir. Olaydan iki gün önce bölgede ki alan sorumlularıyla gezerken görülen bu şahıslar belirtilen tarihte yoldaşımıza saldırı gerçekleştirmeye çalışmış ancak mahalle halkının müdahalesine uğrayınca alandan kaçmak zorunda kalmışlardır.


Devrim için mücadeleyi devrimcilere madahale ile sınırlandıran hareket faşizme ve oligarşiye doğrultmaya cesaret edemediği silahını devrimcilere yönelterek geldikleri karşı devrimci pozisyonu belirginleştirmişlerdir. Dost düşman bilmelidir ki bizler için yoldaşlarımıza ve hareketimize kalkan her el düşmanın elidir ve devrimcilere uzanan düşman elini kırmamak devrime ihanettir. Ezilen halkların özgürleşeceği devrimin zaferi için yükselttiğimiz mücadelede halkın ve devrimcilerin hafızasını taşıyan ADALILAR devrim yolunda yapılan her türlü ihanetin ve karşı devrimci tutumun hesabını soracağına dair tüm devrim şehitleri adına and içme cürretine sahiptir. Devrimciye saldırı devrime ihanettir. Tek yol devrim tek yol devrimci yenilenme.


Yaşasın devrim ve sosyalizm.


YA ÖZGÜR VATAN YA ÖLÜM.

ADALILAR

18 EKİM 2009

7 Ekim 2009 Çarşamba

Kürt 'Açılımına' Dair Bildiri


Adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir...


Kürt sorunu seksen yıllık bir tabuydu. Şimdilerde tabu olmaktan çıkmakta ve konuşulmakta ama yapılan konuşmaların, söylenen sözlerin reel bir karşılığı olup olmadığı hala tartışmalı. Nitekim Temmuz ayının sonunda ‘Kürt açılımı denilene Ağustosun sonunda ‘demokratik açılım’ deniyordu, Eylül sonunda artık ‘huzur ve uzlaşı projesi’ deniyor... Eğer bir sorunu çözmek gibi samimi bir niyetiniz varsa, önce onu adıyla çağırmanız gerekir. Unutmamak gerekir ki, farklı biçimlerde ifade edilse de ‘açılım’ daha önce de gündeme gelmişti. Bir başbakan ‘Kürt realitesini tanıyoruz’ dedi, bir daha ağzına almadı, alamadı, bir başkası ‘AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçiyor’ dedi o da bir daha ağzına almadı, alamadı... Zira söylediklerinin reel bir karşılığı yoktu. Neden olmadığı rejimin niteliğiyle ilgili tartışmayı angaje ediyor. Zira, Türkiye’de hükümet olmak hükmetmek anlamına gelmiyor.


Kürt sorunu ulusal bir sorundur. Ezilen ulusun kendi kaderini tayın etmesi sorunudur. Ezilen ulusun kendi kaderini tayın etmesi de, gönüllü birlikte yaşamayı da, ayrılmayı da içerir. Kürtlerin ne istediğinin netleşmesi, iradenin ortaya çıkması, sınırsız bir tartışma ortamının sağlanmasını, ifade [düşünce] özgürlüğünün önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılmasını gerektirir. Bir sorunun nasıl çözüleceği, ne olduğundan bağımsız değildir. Kürt sorunu nedir? Kürt sorunu neden bir sorundur? Bu sorun günümüze kadar neden çözülmeden gelmiştir? Sorunu yaratan esas unsurlar nelerdir? Gibi temel sorular hiçbir zaman gündeme getirilmiyor, tartışma konusu yapılmıyor... Eğer orta yerdeki sorun, ulusal mahiyette bir sorunsa ki öyledir, onu demokratikleşme çerçevesinde çözmek mümkün değildir. Zira, demokratikleşmeyle Kürt sorununun çözümü arasındaki ilişkinin yönü demokratikleşmeden Kürt sorununa doğru değil, Kürt sorunundan demokratikleşmeye doğrudur. Başka türlü ifade etmek gerekirse, Kürt sorununun önceliği vardır. Bunun anlamı, ezilen bir halk olan Kürtlerin gasbedilmiş haklarının iadesi, demokratikleşme denilenin kapsadığı, kapsaması gerekenden başka/farklı şeyleri de içerir. Geçerli yaklaşım sorunun bireysel haklar temelinde çözüleceği şeklinde. Kürt sorununun çözümü doğrudan kolektif hakları içeriyor. Elbette kolektif haklarla bireysel haklar arasında bir çatışma söz konusu değildir.


Başbakan ve içişleri bakanı ne yapacaklarını değil, neyi yapmayacaklarını sayarak konuşmaya başlıyorlar... Cunta anayasasına dokunmadan seksen yıllık zihniyetle hesaplaşmadan sorunun çözüleceğine inanan var mı? Hala Kürtçe’nin bir dil olarak kabul edilmemesi demek, o dili konuşan halkın varlığının da inkâr edilmesi demektir. Böyle bir anlayışla sorun çözülebilir mi? Bu anlayışta ısrar devam ederse, Kürt çözümü, Türk çözümsüzlüğü olmaya devam edecektir. Kürt sorununun kaynağında, devletin inkâr, imha ve asimilasyon siyaseti vardır. Devlet Kürtlere doğal haklarını teslim ederek, bu politikadan, bu uygulamalardan geri adım atabilir. Kürtlerin ihtiyacı olan lütuf değil, haksızlığın giderilmesidir. Bunun da yolu doğrudan sorunun tarafı olanla, Kürtlerle, Kürt örgütleriyle, Kürtleri temsil eden kurum ve kişilerle görüşmekten geçiyor. Oysa hükümet Türk tarafıyla görüşmeyi yeğliyor...

Biz aşağıda imzası bulunanlar, her şeye rağmen ‘açılım’ denilenin olumlu bir gelişme olduğu düşüncesiyle, sorunun çözümüne dair görüşlerimizi kamuoyuyla paylaşmayı, etik ve entelektüel sorumluluğun bir gereği sayıyoruz:

Eğer sorun gerçekten çözülmek isteniyorsa,


1. Devlet öncelikle Kürt halkına yapılan tarihsel haksızlığı açıkça ifade etmeli, Kürt halkından özür dilemeli, özeleştiri yapmalı; seksen yıllık resmi ideoloji ve resmi tarihle hesaplaşmaya cesaret etmelidir;


2. Terör ve terörist söyleminden, ‘son terörist yok edilinceye kadar... dilinden uzaklaşılmalıdır;


3. ‘Biz kardeşiz’ ‘bin yıldır birlikte yaşıyoruz’, ‘din kardeşiyiz’ vb. söyleminin asıl amacı, Kürtlere doğal haklarını, insan olarak sahip oldukları haklarını, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını vermemenin, ya da olabildiğince asgari düzeyde tutmanın gerekçesi yapılmak isteniyor. Bu yaklaşım terk edilmelidir;

4. İfade özgürlüğünün önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmalıdır.

5. Askeri operasyonlar durdurulmalıdır. PKK ateşkes ilan ettiğinde devlet ateşe devam ediyor. Böyle bir durumda PKK’ye silah bırak demenin bir kıymet-i harbiyesi olamaz;


6. Seksen yıllık dönemde ama asıl son 25 yılda öldürülen 40 bin insanın, yakılıp yıkılan 4 bin köyün, yerlerinden zorla sökülüp atılan 4 milyon insanın hesabı birilerinden sorulmalı, verilen zararlar ‘tazmin edilmeli’, koruculuk sistemine derhal son verilmelidir;


7. ‘Bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz’ ilkesinin bir gereği olarak, Kürtlerin özgürlüğünün Türklerin de özgürlüğü olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır;

8. Gerekli hale geldiğinde referandum seçeneği gündemde olmalıdır...
Unutulmaması gereken bir şey daha var: özgürlüğü için mücadele etmekte kararlı bir halkı yenmek mümkün değildir. Öyleyse işe sorulması gereken soruları gerektiği gibi sorarak, tartışılması gerekeni gerektiği gibi tartışarak, şeyleri adıyla çağırarak başlayabiliriz...
Saygılarımızla...

---------------------------------------------------------------------------------------------
İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Mahmut Konuk, Sibel Özbudun, Temel Demirer, Ragıp Zarakolu, Sait Çetinoğlu, Babür Pınar, Ayhan Çınar, Paşa Öztürk, Engin Bayramoğlu, Oktay Etiman, İsmet Erdoğan, Özgür Başkaya, Yücel Demirer, Kemal Doğan, Attila Taygun, Deniz Zarakolu, Büşra Beste Önder, Hüseyin Taka, Hüseyin Gevher, Mehmet Özer, Recep Maraşlı, Cemil Gündoğan, Ahmet Önal, Adnan Caymaz, Ali İmren,

24 Eylül 2009 Perşembe

Yürüyüş: Susmayacağız!


Devrimci-sosyalist basına yönelik baskı ve yasaklara bir yenisi daha eklendi. “Bağımsızlık, Demokrasi Sosyalizm için Yürüyüş” dergisinin 20 Eylül 2009 tarihli 194. sayısı İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 20 Eylül 2009 tarihli kararıyla toplatıldı ve yayını bir ay süreyle durduruldu.


Toplatma ve kapatma saldırısına “Bağımsızlık, Demokrasi Sosyalizm İçin Yürüyüş isimli gazetenin 20 Eylül 2009 Tarih ve 194. Sayısında yer alan terör örgütünün propagandasını ve suçluları övme içeren yazılar” gerekçe olarak gösterildi.Devletin sansür saldırısının ardından kapatma ve toplatma kararına ilişkin yazılı açıklama yapan Yürüyüş dergisi “Niye?” diyerek sordu. Verilen kapatma ve toplatma cezasını teşhir etti.Yürüyüş dergisinin 23 Eylül 2009 tarihli yazılı açıklamasında şu sözlere yer verildi:


"Biz ne yapacağız bu durumda?

Yeni toplatmaları göze alarak,


Yeni kapatmaları yaşayabileceğimizi bilerek,


Yeni yayın durdurmaların kapımızı çalabileceğini düşünerek yazmaya devam edeceğiz.

SUSMAYACAĞIZ..."

12 Eylül 2009 Cumartesi

12 EYLÜL FAŞİST CUNTASININ insanlara yaşattıkları


TKP'nin 30 Ağustos Açıklamasının Anlattıkları

Geçtiğimiz hafta 30 Ağustos'u geride bıraktık. Genelkurmay Başkanı'nın bu gün üzerine yaptığı açıklama tam da “Kürt açılımı” adı verilen sürece denk düştü ve bu konu üzerinde belirli siyasi mesajlar içeriyordu. Bu açıklama ve “Kürt açılımı” sürecinin değerlendirilmesi başlı başına ayrı bir yazı konusu. Bizim burada asıl ele almak istediğimiz ise, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un açıklamasında öne çıkan ve sloganlaştırılan “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” ifadesi üzerinden şekillenen, Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) 30 Ağustos açıklaması. Başlarken şunu belirtmekte yarar var; neredeyse her ülkede “ulusal bayram” adı altında bayramlar var; geçmişteki burjuva devrimlerinin yıldönümlerinde; sömürgecilikten kurtulan ya da emperyalist işgale uğramış ülkelerde. Bu bayramların ulusal olması onları sınıflardan muaf kılmıyor, bunu biliyoruz.

Türkiye'de de 30 Ağustos, ulusal kurtuluş savaşının kazanıldığı günü ifade ediyor. Marksistler, ulusal kurtuluş savaşlarının burjuva karakter taşıdığını ve -belirli bir tarihsel dönemde- bir burjuva ulus-devlet kurmaya hizmet ettiğini yüz elli yılı aşkın süredir ifade ederler. Dolayısıyla, proletarya enternasyonalizminin savunucuları olarak Marksistler hiçbir zaman burjuva sınıfının -aslında kendi bayramı olan ama tüm halka herkesinmiş gibi benimsettiği- bayramlarını kendi bayramları olarak görmezler. İşçi sınıfının ve Marksistlerin “ulusal” bir bayramı yok, çünkü işçi sınıfının yurdu-vatanı yok. Onun “bayram” adı altında “kutlanan” kimi önemleri günleri de asıl olarak burjuvaziye karşı uluslararası mücadelede sonucunda ortaya çıkan günler. Yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığımız sınıf perspektifinin enternasyonalist Marksistlerin görüşlerini ifade ettiğini tekrar belirtmek gerekiyor. Çünkü, kendisine “sosyalist, komünist” diyen kimi akımlar dünyaya ulusalcı-yurtsever küçük burjuva sınıfının gözünden bakıyorlar ve onların anlayışı savunduğumuz yaklaşımın tam karşıtı. Oportünizmin Muğlaklığı Oportünistlerin belirleyici özelliklerinden biri olarak muğlaklık, TKP'nin 30 Ağustos açıklamasına* şekil veriyor. “Yurtseverlik ve bağımsızlık” ideolojileriyle şekillenen Türkiye solunda, TKP'nin gerçektende bu burjuva sloganlarını en net şekilde savunan parti olduğunu belirtmemizde yarar var. Bunu belirtmemizin nedeni, TKP “Yurtsever Cephe”yi kurduğunda ona saldıran tüm Stalinist grupların da “yurtsever” oldukları gerçeğini gizlemeleri.


Bu durumda TKP “dinime söven Müslüman olsa” demekte elbette haklıdır, karşısında duruyor izlenimi veren siyasi gruplar aslında ondan farksızlar, bu noktanın genel olarak gözden kaçırıldığı görülüyor. Halbuki en sağda duranın TKP olması ve onun Stalinist solun 'şamar oğlanı' olarak kullanılması, diğerlerinin ondan özde farksız oldukları gerçeğini değiştirmez. TKP, küçük burjuva ulusalcılığının “sol”daki sesi işlevini görüyor, ancak o aynı zamanda “komünist” olduğunu da iddia ediyor, sonuçta ise oportünizme varıyor. 30 Ağustos açıklamasında “Başkasının yurduna göz dikenlerin sonu hüsrandır” başlığını uygun görmüşler. Yani deniyor ki; emperyalistler Anadolu'da yaşayan halkların yurduna göz dikti, sonuç: hüsran. İşte emperyalist savaş ve ulusal kurtuluş savaşlarının özeti! Sanki Osmanlı devleti birinci emperyalist paylaşım savaşına bir taraf olarak girmemiş gibi, yenilgiye uğramasının doğal sonucu olarak emperyalistler tarafından işgal edilmemiş gibi (yoksa Osmanlı halklara barış getirmek için mi savaşa girdi?)! Böylece TKP'nin ağzından resmi burjuva tarihi sol'dan okuyoruz. TKP, TSK'nin kutlamalarına selam veren bir üslupla giriyor 30 Ağustos açıklamasına. 30 Ağustos'u ve Başkomutan'ı selamlamadan önce “Emperyalizmin Anadolu macerası, 87 yıl önce yapılan son muharebeyle nihayetine erdi.” diye buyruluyor. Aslına bakılırsa TKP'nin bir bütün olarak bu açıklaması, yine bir bütün olarak küçük burjuva milliyetçi solun temel konularda tüm yaklaşımlarını ifade etmekte (emperyalizm, devlet, devrim, enternasyonalizm anlayışları). Bu emperyalizm anlayışına göre, dünyada birkaç -özellikle de ABD- emperyalist güç vardır, geri kalan ülkeler “bağımsızlık” mücadelesi verirler. Yani, 87 yıl önce emperyalist işgale son veren ulusal kurtuluş hareketine anti-emperyalist yaftası yapıştırırlar. Sanki emperyalizm kapitalizm değilmiş gibi ve emperyalizme karşı olmak kapitalizme karşı olmak anlamına gelmiyormuş gibi. Onlar eğer bunu kabul ederlerse “tam bağımsızlık” mücadelesi adı altında işçi sınıfını ve gençliği Türk burjuvazisine yedekleyemeyeceklerinin farkındalar, bu yüzden bunu asla kabul edemezler. Sömürgeci emperyalizme karşı mücadeleyle kapitalist emperyalizme karşı mücadeleyi aynılaştıran bu yaklaşımın doğal sonucu burjuvaziye yedeklenmektir.


Metin ardından bir çarpıtmayla devam ediyor. Yunan komünistlerinin işgal karşıtı propagandalarına selam gönderiliyor. Evet, bu kesinlikle doğru. Ancak gerçek dışı olan şey hem Türkiyeli hem de Yunan komünistlerinin yurtsever olduklarını ve bunun da bir erdem olduğunu iddia etmek. Gerçekteyse bu safsata dönemin komünistlerine yapılabilecek en büyük hakarettir ve mücadelelerini hiçe saymaktır. Yurtseverlik hiçbir zaman bir erdem olmadığı gibi baştan sona politik bir terimdir. Burjuva devrimlerinin ve onun başını çeken burjuvazinin ulusal bir pazar kurma (ulus-devlet) mücadelesindeki başat söylem yurtseverlikti, dolayısıyla politik olduğu kadar sınıfsaldı da ve hala öyledir. Asıl önemli noktaysa, hem Türkiyeli hem de Yunan komünistlerinin partilerinin Komünist Enternasyonal üyesi olması ve bu enternasyonalin, sosyal-yurtsever II. Enternasyonal'in inkarı olarak ortaya çıkmış olduğu gerçeği. TKP için “bu kadar cehalet tahsille mümkündür” demek Stalinizmi hafife almak olur. Onlar, II. Enternasyonal'in işçi sınıfını savaşa sürüklemesinde temel faktör olarak yurtseverlik ideolojisi olduğunu gizlerler, çünkü kendileri de II. Enternasyonal'in sınıf işbirlikçiliği programının bir bütün olarak sürdürücüleriler. Halbuki Komintern, kendisine üye olmak isteyen partilere koyduğu 21 koşulda bunu net bir şekilde ifade eder: “6. Komünist Enternasyonal'e katılmayı arzulayan her parti, sadece açık sosyal-yurtseverliği değil, sosyal-pasifizmin namussuzluğunu ve ikiyüzlülüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür...” Türkiye mi Dünya mı? Açıklama, devamında TSK'nin “Güçlü ordu, Güçlü Türkiye” sloganının 'militarist' olduğunu tespit ediyor. Önemli bir tespit! Sonra da deniyor ki “Bu sloganla, TSK'nın üst yönetimi ABD'nin bölge planlarına katılacağını üst perdeden ilan etmektedir.” Bir önemli tespit daha. Ancak birilerinin TKP'ye TSK'nin yıllardır “ABD'nin bölge planları”na katıldığını ve özü gereği militarist olduğunu açıklaması gerekiyor. Türk burjuvazisi, bir süredir kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda yalnızca bölgeye değil, Asya'dan Afrika'ya ve Balkanlar'a dünyanın birçok yerine asker gönderiyor. Ulusalcı sol, bunu “ABD istedi Türkiye yaptı” olarak okuyor olabilir, bunun nedeninin onların dünya görüşlerinde ve onu şekillendiren sınıfsal temellerinde yattığını az önce ifade etmiştik.


Bugün karşı karşıya olduğumuz durum, yalnızca ABD emperyalizmi ile değil AB emperyalizmi ile de Türk burjuvazisinin çıkalarının kimi noktalarda ortaklaşmış olmasıdır. İddia edildiği gibi Türkiye “bağımlı” yani sömürge ya da yarı-sömürge değil, bölgede oldukça güçlü bir konum ve geleceğe dair planları olan güçlü bir devlettir. Bu burjuva devletinin ordusu da elbette militarist olacaktır. Yine TKP'nin iddia ettiği gibi NATO'nun güdümünde bir TSK'den söz edilemez, aksine NATO içinde ağırlığı olanbir odudur TSK. Bu gerçeklere gözlerini kapayan TKP, burjuvazinin ve TSK'nin sloganının yerine kendi alternatif küçük burjuva ulusalcı sloganlarını koyuyor: “Güçlü Türkiye barışçı Türkiye'dir. Güçlü Türkiye bağımsız Türkiye'dir. Güçlü Türkiye egemen Türkiye'dir. Güçlü Türkiye, halkın Türkiyesidir. Eşitliğin ve özgürlüğün Türkiyesidir. Türkiye gerçek gücüne kavuştuğunda, emekçi halkın egemenliği bu ülkede gerçek olduğunda, ordusu da güçlü olacaktır.” Dikkat edilirse merkeze konan şey Türkiye'dir ve Türkiye'nin kurtuluşudur. İşçi sınıfı, dünya devrimi gibi şeyler mi arıyorsunuz? Onlar çoktan unutuldu; işçi sınıfının yerini yine bir muğlaklık ifadesi olarak halk, dünya devriminin yerini “bağımsızlık” ya da kendi ülkesinin kurtuluşu aldı. Bunlar, Doğu Bloğu'nun çöküşünden, burjuvazinin “Marksizm öldü” yaygarasından sonra ortaya çıkan şeyler değil, aksine neredeyse yüz yıllık bir geçmişi var: sosyal-demokrasi ve ardılı olarak Stalinizm. Bu her iki siyasi akımın da karşı-devrim safında oldukları gerçeği Marksistler için yeni bir şey değil elbette. Onlar her fırsatta işçi sınıfını burjuvaziyle işbirliğine götürerek, savaşa sürükleyerek ya da bizzat devrimleri bastırarak bu işlevlerini defalarca yerine getirdiler. Bugün de TKP ve benzerleri TSK'ye alternatif sloganlarla, daha yumuşak bir dille -ama aynı şeyi söyleyerek- işçi sınıfını ve gençliği burjuvaziye yedekleme davasını veriyorlar. Neyse ki işçi sınıfının siyasi önderliği onlarda değil. Marksistler, ulusalcı solun aksine “güçlü Türkiye” için değil, siyasi olarak güçlü uluslararası proletarya, onun “güçlü” dünya devrimi ve komünizm için mücadele ederler. Amaçları, ulusal duvarlarla bölünmüş “güçlü” Türkiye, Yunanistan, Almanya -her ne derseniz- ve onların “güçlü” ordularını yaratmak değil, aksine özel mülkiyet üzerine kurulu ulus-devletler sistemini, dolayısıyla onların adlarını ve onların ordularını yok etmektir. *http://www.tkp.org.tr/basin-aciklamalari/30-agustos-baskasinin-yurduna-goz-dikenlerin-sonu-husrandir

Yusuf Ateşçi

9 Eylül 2009 Çarşamba

YILMAZ GÜNEY ARKADAŞIM

Yıl 1972 Bolu'da 17 yaşında bir lise öğrencisiyim. Orta okuldan itibaren okulda öğretilenlerle yetinmiyor, çeşitli konularda okuyup araştırıyorum. O zamanlar Türkiye'de önemli olaylar oluyor, bunların ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Aynı zamanda tam bir sinema tutkunuyum. Sinemanın dışında zaten tiyatro vb.. yerler yok. O yıllar sinemanın çirkin kralı Yılmaz Güney'de kendimizden bir şeyler buluyoruz. Onun filmlerini görebilmek için bütün imkanlarımı zorlayarak çevre il ve ilçelere gidiyorum.


30 Mayıs 1972 ders yılının son günü, evimdeki bazı kitaplardan sol düşünceye sahip olabileceğim korkusuna kapılan bir yakınımın ihbarı üzerine beraber kaldığım bir kaç arkadaşla birlikte ‘yakalandık’ Suçumuz büyüktü: Bolu’da Dev-Lis kurmak. El konan suç delillerimiz ise hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak nitelikteydi. Fakir Baykurt’un Amerikan Sargısı, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sı, Kemal Bilbaşar’ın Memo’su, Behice Boran’ın Türkiye’de Sosyalizmin Sorunları vb. Emniyetteki ayrıntıları geçiyorum.Dava büyüktü. Ankara'da ve İstanbul'da Balyoz harekatıyla darbeyi yiyenler, ikisinin ortasında (Bolu'da) mevzilenmişlerdi. Bu ve benzer gerekçelerle bizim davamızın Bolu'da görülemeyeceği, Sıkıyönetime gitmesi gerektiği düşüncesiyle önce Sakarya sıkıyönetimine, oradan da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına, Selimiye’ye getirildik. 30 gün kadar Harem yönündeki ‘Gözaltı’ kısmında kaldım. Burada Emniyetten ve kontrgerilladan, işkenceden geçip gelenleri gözlerimle gördüm. Tuvalete zamanında çıkarılmadığımız için yoğurt kaplarıyla ihtiyacımızı giderip camlardan aşağı atardık. Yan tarafımızdaki hücrede Ertuğrul Kürkçü kalıyordu. Tuvalete giderken sağa sola bakmak yasaktı. Ben her seferimde yumruğumusıkarak Kürkçü’ye selam verir, süngüyle uyarılırdım.Gözaltında yaşadığım ve bana ilginç gelen bir başka olay da, görevliler tarafından çekilen resimlerimizin sadece Tercüman gazetesinde çıkmasıydı.



Yani Tercüman gazetesiyle sıkıyönetim arasında diğer haber ajanslarından ayrı direkt ilişki vardı. Nitekim daha sonraları sayın İlhan Selçuk'un ifadelerinin yayımlanmasıyla hem o dönemdeki işkenceler bir kez daha belgelendi, hem de Tercüman kendini ele verdi.30 günlük gözetim süresinin sonunda mahkemeye çıktık ve tutuklandık. Buna çok üzülmedik. Türkiye'de bir büyük mücadele oluyordu ve biz de hiçbir katkımız olmamasına rağmen mücadelenin haklı tarafında yer alıyorduk.Tutuklanmadan sonraki tek düşüncem bir başka cezaevine mi gideceğim yoksa Selimiye’nin tutukevi kısmında mı kalacağım endişesi idi. Bunun nedeni bir gazetede okuduğum Yılmaz Güney’in Sağmalcılar’dan Selimiye’ye nakliyle ilgili bir haberdi. Sonunda istediğim oldu, Selimiye'nin diğer kısmına götürüldük. Yani Selimiye'de kaldık. Aşağından bir yatak ve bir battaniye aldıktan ve birkaç kat çıktıktan sonra demir kapı açıldı ve ben 17 yaşımda tam 16 ay beraber yaşayacağım arkadaşlarımın arasına katılmış oldum. Bu arkadaşların en değerlilerinden biri de şüphesiz Yılmaz Güneydi.Onu daha dış kapıdan girdiğimde koridorda elleri arkasında volta atarken tıpkı filmlerindeki gibi, omuzlarını aşağı yukarı sallayarak yürümesinden tanıdım. Daha o anda içimi bir sevinç kapladı, Sanki cezaevine girmemiştim de, Bolu’dan İstanbul’a Yılmaz Güney’i görmeye gelmiştim.



Yatağımı acele hazırladıktan sonra koridorda volta atanların arasına karıştım. Birkaç kez gidip gelmiştim ki ‘Delikanlı gel bakalım’ diyen bir ses duydum. Bu sesin sahibi Yılmaz Güney’di. Selimiye’nin duvarları oldukça kalındır ve pencereleri dış tarafından takılı olduğu için pencere önünde oturulabilir. İşte Yılmaz orada oturmuş beni çağırıyordu. Yanına gittim, nereden geldiğimizi ve suçumuzun ne olduğunu sordu. Ben de durumu anlattım. Bana üzülmeye gerek olmadığını, Türkiye'de sınıf mücadelesinin şiddetlendiğini, bunun sonucu olarak egemenlerin en ufak bir uyanışa bile tahammül edemediği için bizim gibi daha birçoklarını hiçbir suçları olmadığı halde cezaevlerine doldurduğunu anlattı.Cezaevinde bulunduğum süre içinde Yılmaz Ağabeyden çok şey öğrendim. Kesinlikle söyleyebilirim ki orada en çok çalışan (okuyup yazan) Yılmaz Güney’di. Buna rağmen günlük görevlerini diğerleriyle birlikte aksatmadan yürütürdü. Bir defasında değer verdiğim bir devrimcinin Yılmaz Ağabey bulaşık yıkarken ona bıraktırmaya çalıştığını gördüm. Yılmaz Ağabey de, bir daha hiç kimseye karşı bu şekilde hareket etmemesi gerektiğini anlattı. Birinin değeri düşerken diğeri yükseliyordu. Sanatçı kişiliği ve devrimciliğinden öte Yılmaz Güney çok iyi bir insandı. Cezaevinde birbirleriyle sürtüşme halinde olanlar vardı. Kendinin de bir yanı olmasına rağmen, içerde olduğumuz gerekçesiyle onları uzlaştırmaya çalışırdı.



En yakınındaki, en çok güvendiği arkadaşları bu zor günlerde ona sırt çevirmişlerdi. Cezaevinde oluşundan yararlanmak isteyen, leş kargaları vardı. Bütün bunlara karşın insanlara güvenir ve elinden geldiği kadar herkese yardım ederdi.Yılmaz Güney aynı zamanda çok akıllı bir insandı. Onun kafasında her şey o kadar berraktı ki, önemli teorik konularda hiçbir bocalama göstermezdi. Tarihi materyalizmle ve diyalektik yöntemle ilgili konuları günlük yaşamdan basit örneklerle anlatmada çok usta idi. Daha 1972-73'lerde Türkiye sol hareketini ve geçmişini, bugün birçoklarının ortak olduğu noktalarda odaklaştırarak yapıyordu. Türkiyemizde gerçekten çeşitli alanlarda bu arada sinemada da çok değerli sanatçılarımız yetişmesine rağmen, Yılmaz Güney kadar sanatın sınıf mücadelesinden ayrı olmadığını, tersine onun bir aracı olduğun kavrayanı azdır. Yılmaz sinemanın kitleleri bilinçlendirmedeki büyük önemini çok iyi biliyordu. Ama yaşanan olaylar istediklerini gerçekleştirmesine engel oldu.Yılmaz Güney’le beraber spor yaparak, satranç oynayarak uzun uzun sohbet ederek 16 ay birlikte kaldım. Bu süre içinde bir gün olsun moralinin bozuk olduğunu, umutsuz olduğunu görmedim. Oysa hakkında ağır hapis cezaları isteniyordu. Sinemayla ilgili başka davaları vardı. Son derece kararlı ve azimli bir devrimciydi. Birçok hata yaptığını ve çıkınca bu hataları telafi edecek çalışmaları kısa sürede tamamlayacağını söylerdi. Üzgün bir arkadaşımızı gördüğünde onunla mutlaka ilgilenir, derdine ortak olurdu. Çoğu zaman bizleri güldürmek için birtakım taklitler yapar ya da neşeli şeyler anlatırdı. Kendisinin de, bir defa görenin gözünden kolay silinmeyecek güzelim bir gülümseyişi vardı. Tabii bu birlikteliğin getirdiği daha birçok irili ufaklı anı var.Ancak bunların hepsini anlatmaya gerek yok. Ben 1973'ün sonbaharında, arkadaşlardan ayrılmanın hüznü ve dışarı çıkmanın sevincinin birbirine karıştığı duygularla tahliye oldum. Yılmaz Güney de 1974 baharında dışarıya çıktı.



Yılmaz Güney hemen sinema çalışmalarına koyuldu. İçerde iken tasarladıklarını gerçekleştirmeliydi. Selimiye'de iken 'Kafalarına balyoz gibi inen filmler yapacağım' diyordu. Onu bu dönemde Güney Filmcilik binasında bir defa ziyaret ettim. Eşi Fatoş ve oğluyla tanıştım. Daha sonra Yumurtalık olayı oldu.Yılmaz'ın tahliye olduğu dönemle tekrar demir kapılar ardına kapatıldığı o kısacık zamanda yaptıkları dışarıda olsa neler yapabileceğinin en güzel örnekleriyle doludur. Gerçi o içerde olmasına rağmen çoklarının özgürken yapamadığını gerçekleştirmiş bir insandır.Adana'dan Ankara Merkez Cezaevine getirildiğinde tekrar görüşme imkanı bulabildim. Cezaevinin giriş kapısında görüşebileceklerinin isim listesi vardı. Bu listenin dışında kimseyle görüşmüyordu. Güney Film'den geldiğimi söyleyerek görüşmek istedim. Kendisine haber verdiler. 'Ben müzelik miyim' diye söylenerek görüş yerine geldi. Ben de gerçekten müzelik olduğunu söyledim. (Uluslararası değerli bir sinemacı olduğu kabul edilerek dünya sinema müzesine bir resmi konmuştu.) Orada ilk defa üzgün gördüm kendisini... Bu görüşme, geçmiş olsunla halhatır sormakla geçen kısa bir görüşme oldu.Yılmaz Güney'i son olarak 1978’in sonlarında İstanbul Toptaşı Cezaevinde ziyaret ettim. Askere gideceğim için görüşmek istedim, Güney dergisinden arkadaşların yardımıyla, normal görüş yerinde değil de özel olarak görüşme imkanı buldum. Aradan birkaç sene geçtikten sonra beni tekrar karşısında görünce çok sevindi. Orada da çok üzgün gördüm kendisini. Ama bu üzüntüsünün esas nedeni Türkiye sol hareketinin o gün içinde bulunduğu durumdu. Devrimciler bölük pörçüktü ve birbirlerine saldırılarını öldürmeye kadar vardırmışlardı.




Nasılsın falan dedikten sonra ilk sözü ,’Ne olacak böyle halimiz’ oldu. Türkiye’de sol potansiyelin çok güçlü olduğunu, ama devrimcilerin yaşanan olaylardan gerekli dersleri alamadıkları, bölünmelerin ne kadar zarar verdiği üzerinde durdu. Gerçi bu durumdan herkes şikayetçiydi, ama o bunun acısını yürekten duyan biriydi. Toptaşı'nda da güncel konular üzerinde uzun uzun tartıştık. Bu onu son görüşümdü.Bu anılardan sonra Yılmaz’la ilgili genel değerlendirmelere ilişkin bazı düşüncelerimi de belirtmek isterim. Yılmaz Güney için çok şey söylenecektir. Bazı gazete ve dergilerde çıkan yazılara baktığımda onun birçok yönünün eksik ele alındığına veya yanlış anlamalara yol açacak şekilde değerlendirildiğine tanık oluyorum. Şimdiye kadarki en derli toplu değerlendirme Yeni Gündem'de çıkan Murat Belge'nin yazısı idi. Ama öyle güzel bir yazıda bile çok dikkat çeken önemli bir eksiklik ve bir de çok yanlış bir değerlendirme vardı. O yazının eksik yanı, Yılmaz'ın yazarlık yanına hiç değinilmemiş olmasıdır. Yılmaz Güney sinemadaki başarılarının yanında aynı zamanda çok değerli bir yazarımızdı. İyi denebilecek bir roman yazarıdır. Murat Belge'nin yazısındaki yanlış yorum ise onun bencil olarak tanıtılmasıdır. Yılmaz bencil olmamak için adını mı değiştirecekti? Herkesin bir adı var ve o adla anılır. En toplumcu kimdir? Marks mı, Lenin mi? Onların da adları var. Derginin adının Güney olması konusunda da Yılmaz haklıdır. Çünkü Yılmaz hayatı boyunca çok istismar edilmiş bir insandı. Devrimcilere el uzattı, THKP-C militanı oldu. TSİP’in kuruluşunu kutladı, TSİP milletvekili adayı oldu. Yurtdışında bir toplantıya katıldı, TKP temsilcisi oldu. Bu kadar istismar edilen bir insan başka nasıl hareket edebilirdi? Bazıları onun sinema dışına taşmasını, önemli siyasi ve ideolojik konularda söz söylemesini doğru bulmuyor. Gerçekten de sadece sinemayla ilgilense çok daha fazla şey yapabilirdi. Ama onu çeşitli konularda söz söylemeye iten en önemli etken Türkiye'de kitleleri kucaklayan, doğru siyasi tespitleri olan bir partinin olmayışıdır. Yoksa Yılmaz Güney kesinlikle liderliğe soyunan bir devrimci değildi. Tam bir sinema aşığıydı. Sinemanın da, mücadele için anlamını çok iyi biliyordu.



Belirli zamanlarda Yılmaz’ın adını ağızlarına almayanlar, çok şey yazıp çizecekler. Yılmaz gene istismar konusu olacak, bunu önlemek güç. Tek istediğim, bütün yazılanların Yılmaz’ın adını hiç duymayanlar ile 'Yılmaz Güney'in Türkiye ilerici çizgisinde çok önemli bir kişilik olduğunu sanmıyorum' (Yeni Gündem, Sayı 43) diyenlere, onu daha iyi tanıtmasıdır.Bütün emekten yana olanların yapması gereken ise Yılmaz Güney’in eserini gerektiği gibi değerlendirerek, emekçi sınıfların ve Türkiye devrimci hareketinin hizmetine koymaktır.Bugün Yılmaz unutturulmaya çalışılmaktadır; ama bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Türkiye var oldukça, emekçi sınıflar var oldukça ve Türkiye sineması var oldukça, Yılmaz Güney'in yok olması mümkün değildir. Yılmaz’ı kitlelere en iyi tanıtacak şüphesiz onun kendi eseridir. Yılmaz kadar olmasa bile halkına karşı en ufak sorumluluk taşıyanların bu eserlerin yok edilmesine göz yummamaları gerekir. Onu tanıyan bütün emekçilerin olduğu gibi, benim de başucumdan resmi ve yüreğimden sevgisi hiç eksik olmadı. Ben yok oluncaya kadar da olmayacak.



Cezaevi Arkadaşı ; Ahmet Cantürk

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Kemal Doğan / İndymedia'ya Yazılmıştır!

Sevgili arkadaşlarım uzun zamandır siteyi günlük yoğun bir şekilde takip ediyorum.Genel olarak, bir çok kurumu ve yazıları buradan takip etmek güzel, Fakat bir çok genç arkadaşımız yada gençte olmayabilir, düşünmeden yazıyor yada yorum ekliyor. Burada Devrimciler olarak kendi eksik ve hatalarımız tatışabileceğimiz yer değildir, herkes herkese ağıza alınmayacak şekilde yazılar yazıyor, bu düşüncelerini farklı bir şekilde ifade edebilmek mümkündür.

Devrimci olan gerçeğin kendisidir diyoruz , fakat buna uygun hareket etmiyoruz.Düşman zaten açığımızı arıyor ve bizlerde bütün eksikliklerimizi burada birbirimize karşı açıkça yada küfür ederek, düşmanın ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz.Burası haber sitesidir,eleştiri tabi ki olacak ama bununda bir uslubu vb olmalıdır.Yıkıcı olmamalıdır, yapıcı olmalıdır , durumumuz belli kimsenin kimseyi kandırmaya hakkı yoktur,Devrimci kurumlar olarak zor ayakta kalıyoruz şu dönem , ama hala daha kariyeriz mi bırakamıyoruz.


Tüketim toplumu olduğumuz için , üretemiyoruz da , sistem her alanda iliklerimize kadar işlemiş durumda bizler buna karşı tek vucut tek yürek olmamız gerekirken, her alanda birbirimize engel olmaktan halkın gerçek sorunlarına bile zaman bulamıyoruz.Sorun belli , çözümde fakat herkes işin kolayına kaçıyor, okuyarak gerçek anlamda düşüncelerini dile getirmeyen bir çok arkadaş var, bunlara günlük defalarca karşılaşıyoruz.


Mesela burada Georges Politzer'in "FELSEFENİN BAŞLANGIÇ İLKELERİ"ni okumayan bir çok arkadaşımız vardır. Bunları okumadan olmuyor, bir çok genç sadece dergi okuyarak Devrimci yaşamlarını sürdürüyor ne kadar başarılı olabiliyor tabi ki sonuç yorumlardan vb belli.Dünya klasiklerini okumadan, Yaşar Kemal, Aziz Nesin vb okumadan , yani merdivenin birinci başamağına basmadan beşinci basamağına basanlarla karşı karşıya kalıyoruz, bunun içinde başarılı olamıyoruz. Bunun için herkes(bende dahil olmak üzere)kendisini sorgulamalıdır. Gerçekten mücadelenin neresindeyim, ne yapıyorum gerçek anlamda Devrimci ahlak, kültür vb tam anlamıyla uyguluyormuyum .


Çevremdeki insanlara olumlu anlamda bir şeyler kazandırabiliyormuyum. Devrimcilik bir yaşam biçimidir diyoruz, bunu yaşam biçimi haline getirebiliyormuyuz, Tam anlamıyla kendimize inanıyormuyuz, bunu sorgulamalıyız.


Devrimci Selamlar.


Not : Daha önce yazmış olduğum bu yazıyı güncelliğini koruduğu için tekrardan yayınlama gereği duydum.

28 Ağustos 2009 Cuma

Kemal Doğan / 12 Eylül’ün Yarattıkları .

28.Ağustos.09

Ülkede 12 Eylül’ün yarattığı yıkım , terör, katliam ve işkence toplumu genel olarak korku ve sindirme sonucu kör , sağır ve dilsiz bir toplum yaratma politikasını bir nevi yerine getirdi. Son zamanlarda Kürt açılımı, Diyarbakır Cezaevinin okul yapılması vb yapılan bunca işkenceleri ve katliamların üzerine bir perde çekmekten başka bir şey değildir.

Diyarbakır cezaevinde kaybedilen binlerce Devrimcinin üzerini bu şekilde bir okul söylemiyle kapatmak mümkün değildir. Ora sı direnişin adı , İbrahim Kaypakkayalardan , Mazlum Doğanlara , Kemal Pirlere ve isimsiz binlerce devrimcinin onurlu direnişi ve bir çok yöntemle katledilişinin yeridir. Orası Devrimci-Komünist, Direniş müzesine dönüştürülmeli ve yaşanan bunca vahşeti halkımıza sergilemeliyiz , bunun için her alanda mücadele edip bunun önünü açmalıyız.

12 Eylül 1980 sabahı devlet televizyonu darbeyi "Aziz Türk milleti! Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu'nun verdiği, 'Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini, yüce Türk milleti adına, emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur." Şeklinde duyurdu. Resmi rakamlara göre darbenin sonucları ..

650.000 kişi göz altına alındı


1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

7 bin kişi için idam cezası istendi.


517 kişiye idam cezası verildi.


Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı).

İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.


71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.


388 bin kişiye pasaport verilmedi.


30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.


14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.


30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.


300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.


171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.

937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.


23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.


3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.


400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

31 gazeteci cezaevine girdi.


300 gazeteci saldırıya uğradı.


3 gazeteci silahla öldürüldü.


Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.


13 büyük gazete için 303 dava açıldı.


39 ton gazete ve dergi imha edildi.


Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.


144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.


14 kişi açlık grevinde öldü.


16 kişi kaçarken vurulduğu söylendi.

95 kişi çatışmada öldü.


73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.

Her 12 Eylülde sokaklar , 12 Eylül ve sonrasında ölenlerin resimleri ellerinde ,sokalara dökülen binlerse devrimci sosyalist le buluşuyor. Her Yıl “Darbecilerden Hesap Sorulsun “ “Sorumluları Yrgılansın “ sloganları sokakları inletti , yargılanana kadarda inletecektir. 12 Eylül Darbesinin Mimarı ve eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren in “Eğer halk benim için 'Yargılansın' derse, yargıyı beklemem intihar ederim” şeklindeki açıklama yapmıştı. Bu tavır kendi yaptıklarının arkasında duramayacak kadar acizliğini gösteriyor. Bugün Kenan Evrenin adını bile duymayan bir çok insan olduğunu bir televizyon proğramı’nın araştırması sonucu izledik. Ama mücade le eden ve bu uğurda ölen milyonlarca devrimci hala yüreklerimizde yaşıyor. Hala alanlar da onlarla birlikte Faşizme ve her türden gericiliğe karşı mücadele ediyoruz.
















24 Ağustos 2009 Pazartesi

Kemal Doğan / Kavganın Yiğit Oğlu Sen Yaşıyorsun !



Kemal Yazar Erzurum’un Tekman ilçesinde yoksul bir aile çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçüklüğü Tekman’da geçti. Yoksulluk ailesini İstanbul’a göç ettirmesinin ardından Kemal Yazar’ da İstanbul’un varoşlarında yaşama tutunmaya çalıştı. Hem çalıştı ve hem de devrimci mücadeleyi kavga içinde öğrendi ve öğreti.

Kavganın yiğit savaşçısı KEMAL YAZAR katledilişinin 13. yılında önünde saygı ile eğiliyoruz. Hain bir pusuda 27 ağustos 1996 Disburg ‘da katledildi Kemal Yazar. O mücadelenin yılmaz savaşçısı , bulunduğu bölge de halkın sevgisini kazanmış bir devrimciydi. O zindanda, mahkemede, işkencede direnişin adıydı. O faşizmi kendi ininde yenen düşmana korku salan bir Komünist’di. Onu eleştiri de cesur ve korkusuzluğa kendi gücüne güvene, davaya yüksek bağlılığı, şaşılacak düzeyde sabırı, ilkelere sıkıca bağlı kalarak en zor anlarda dahi yolunu şaşırmadan yürüyebilme başarısına iten şey mücadele ye yüksek bağlılığı ve Devrimin zaferine olan tam inancıydı. Kemal Yazar Tkpml Hareketinin önder savaşcısı ve aynı zamanda Mayıs 18 (M18) Askeri örgütün kurulması ve bu görevin başına kendisinin getirilmesini önermiştir.

Tabanın ve kadroların zorlanması ve askeri alanda sorumluluk yoldaşlarının çabasıyla 1990 yılında M18 kurulmuş ve örgütün başındaydı Kemal Yazar. Kısa zamanda M 18 bir çok eylem gerçekleştirmiş ve örgütün önünü açıcı olmuştur. Kemal Yazar cesaretiyle kendine özgüveniyle ve düşmanı kendi ininde yenmesiyle her zaman örnek bir komünist olmuştur. Başı her zaman dikti. Kemal Yazar’ı yok ettiklerini sananlar anladılar ki yok ettikleri sadece Onun bedeniydi. Oysa Kemali Kemal yapan şey onun, devrim ve sosyalizme olan bağlılığı ve inancıydı , komünist duruşu ve zorluluklara karşı inatla savaşarak ulaşması için verilmesi ideallerini bayraklaştırmasıydı. Yazar’ı katledilişinin 13. yıl dönümünde saygıyla anıyoruz
.

Mihrac Ural / ANNEM

24 Ağustos 2009Annem tüm anneler gibi benim için de kutsal bir kadın. Kutsallığı anlamak için anneyi anlamak yeterli.Annem, tüm anneler gibi ailesini ayakta dik tutmak için canını dişine katandır. Bununla bitmez çilesi, benim gibi bir oğlu da varsa yaşamı bir cehennem cenderesine döner; mahallede çocukluğumun arkasından koşması, uzakta okumanın kaygılarını taşıması bir yana, siyasal yaşantımın en yakın izcisidir. Bu sürecin yükü anne omuzlarında katmerleşir…
Tutuklandığım andan itibaren nefes nefese peşimde olan, zindan zindan beni terk etmeyen, yoldaşlarımı ben gibi sevip sayan, onları gözleyen. Yemekleriyle komünlerimize zenginlik katan. O anne, tüm anneler gibi benim annem.Mültecilik yıllarımın acılarına merhem olan Annem. Benimle de kalmayan, her anne gibi torunlarının da en yakın takipçisi, geçmişi bu güne bağlayan kültür mirasının taşıyıcısı annem.
Ak düşmüş saçlarıma rağmen, beni çocuk yaşlarda tutan tek kudret, tüm anneler gibi o da benim annem.Annem, tüm devrimci anneleri gibi, mitinglerde yanımda duran, oğlu yerine malzemeleri taşıyan, doğrularımı arkasında sesiz sitemsizce kendini ifade eden her anne gibi, o benim annem.Yokluğumda bile, evi-sofrası yoldaşlarıma, dostlarıma açık kalan anne, her devrimci annesi gibi o benim annem...
Annem hakkını helal et...
Seni çok yordum, ellerini öpmeye doyamadım, hep sürgündüm…
ülkemden yoksun ettiler beni,
senden de...
Yordum seni, affet…
Hakkını helal et.

23 Ağustos 2009 Pazar

İTİRAFÇI OLMAK AHLAKSIZ OLMAKTIR


Ailesi tarafından terbiye edilmemiş birini asla terbiye edemezsiniz. İnsan erdemlerini yitirmiş birine kimse erdem öğretemez. Kurgularla, zaman ve söylem çelişkileriyle gerçeği kirletmenin yolu yoktur. İtirafçı Engin adam, tükendiği yerde bunu deniyor.

Türkiye devrimci hareketinde her türden tartışmaya tanık olduk. İhbardan, saldırıya kadar her şeyi gördük ama herkesin bir ahlak sınırı içinde durduğunu da gördük. Bu ahlaksızın “kayışı kopmuş”, ”çok yalan söyle, büyük yalan söyle inanmazlarsa kafaları bulandırırsın” diyen Nazi yalan makinesiyle tartışmayı seçmiş. Bu bir tükeniştir. Sol içi tartışmaların bilinen en çirkinini bu itirafçı yapmış oldu. İtirafçı, ihbar deryası, provokasyon çabası olan her bir çamur atma yazısı Özel Harp Dairesin uzantısı olarak yerini almış oldu. Kimliğini bilmeyenlere bu yolla açık kimliğini gösterdi.

Tüm itirafçılar ahlaksızdır. İtirafçıların Başkan Öcalan’a yaptıkları suçlamaları hatırlayın, insan aklına ziyan suçlamalarını göz önüne getirin. Bu erdemsizlerin, ahlak yoksunlarının tüm yaptıkları Özel harp dairesi işidir. İtirafçı kamburlarını örtmek için tek yolları budur. Aynısını itirafçı Engin Erkiner tekrar ediyor. Bunların yaptığı güneşi balçıkla sıvamadır. Beyhudedir.



Bedreddin Mahir
19 Ağustos 2009

Bir kez daha hatırlamanız için itirafçı Engin Erikener’den söz edeceğim. Tartışma adı altında ihbar, ahlaksız saldırı, kendi aile terbiyesini bire bir yansıtan hallerini bildireceğim. İçinden çıkamadığı Mihrac Ural sendromunda vardığı inanılmaz ve bir o kadar akıl almaz, ahlaksız kurgularının gerçekte kendi kimliğini dile getirdiğini bildirmekle yetineceğim.

Bırakın insan olmayı, aile ahlak ve terbiyesi bile almamış birinin dile almayacağı çamurlarına bulaşmayacağım. Seviye farkı bunu zorunlu kılar. Siyaseti bir kenara bırakın sokak lümpenlerini aratan, ahlak evrimini tamamlamamış "SİN KAF" bataklığında duran bir abes yaratığın küfürlerine, provokatif sözlerine, ihbar üstüne ihbarla süren isim, adres ve bilgi aktarımlarının tuzağına düşmeyeceğim.

Özel Harp Dairesi hesabına devam eden çalışmalarına verebileceğim tek cevap, polis işbirlikçisi suratını belgeli olarak göstermekten ibarettir. Benim algımda bu çirkin yaratık sadece bu belgede mevcuttur. Bu şahıs itirafçı Engin Erkiner’dir

Belgesiz kanıtsız tek bir cümle kurmamayı ilke edindim. Her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi var diyorum. Bu benim. O ise kurgudan ibaret ahlaksızca yazdıklarıdır.

Devrimci siyasal hayatım boyunca hiç bir tartışmada bu ölçekte yalan ve ahlaksız bir boyuta tanık olmadım. Birçok dostuma da söyledim, "siyaset bitebilir, ama insan olmanın erdemli duruşu bitmemelidir, düşmanımıza bile erdemsiz bir saldırı, kurgu ve yalana dayalı bir çamur atmamalıyız, gerçekçi olmayan, kanıtı bulunmayan bir itham sahibini vurur". Doğrularımın parametreleri bunlardır. Bunların arkasında dik durmaya devam edeceğim. Provokasyonları ve ihbarlarıyla varmak istedikleri tuzaklara düşmeyeceğim. İnsan erdeminin bittiği yerde orman kanunlarının geçtiğini herkes bilmelidir.

Bu ahlaksızla tartışmamız bitmişti. Yeniden açılmayacak. “Tarihte bu gün” için 19 Ağustos 1977’de polisin örgütümüz THKP-C(Acilcilere)’e vurduğu darbede oynadığı rolü açıklayan bir belgeyi yayınlayacaktım. Bu arada sürdürdüğü ahlaksızlığı da anmış oldum. Bu nedenle bu kısa notu yazıyorum.

30 yıllık mültecilik sürecinde tüm yoldaşlarıma, dil öğrenimlerinde öğretmenlik, ortak yaşamda annelik, ablalık yapmış, her koşulda yanlarında duran, acılarına ortak olan başı belalara sürüklenen, elinden ekmek ve yemek yememiş tek bir insanın olmadığı, doğum yapan her kadın yoldaşın başucunda sabahlara kadar nöbet tutan, bebeklerini emziren bir ahlak abidesine karşı uzatılan ahlaksız dil, itirafçı Engin Erikner’in kendi ahlak kimliğidir. Bu kendi ailesindeki ilişkinin ne olduğuna da önemli bir göndermedir.

Ülkesinin Devrimci Gençlik Örgütünden askeri eğitimini tamamlayarak gelen, Örgütümüzle tanışıklığı bizlere Arapça dil kurslarında öğretmenlikten ibaret olan, bu nedenle bizlerle aynı kaderi paylaşmaya yönelen bir kadına karşı akıl almaz, yalandan başka hiçbir gerçekliği olmayan sözlerle itirafçı kamburunu örtmek için yaptığı saldırı, sadece tıkandığını, konu sıkıntısı içinde çirkinliğiyle boğulduğuna bir işarettir. Bu lümpenlik bir reflekstir. Bir süre önce aynı refleksi başka bir paranoyakta da gördük. Bu cemaatin paranoyakları kendi kimliklerini “Sin Kaf” saldırılarıyla göz önüne seriyor; “ipi kopmuş” olmak bunların halidir. İtirafçı Engin Erikener’in düştüğü yer de bu yerdir.

İtirafçılık başlı başına bir ahlaksızlıktır. Bu ahlaksızlığın devamının geleceği bellidir. Bir süre önce utanmadan, Almancaya da çevirdiği “…aşağısı Kasımpaşa” söylemini kimse unutmadı. Şimdi çok daha sıkışmış çok daha tıkanmış saldıracağı yer arıyor ve iğrençliğini yalanlarla ördüğü mizanseninde döküyor. Geldiği yer bir tükeniştir. Bu üslup kendini zayıf hisseden, ezilmiş, itirafçı kamburunu örtememenin sıkıntısı içinde psikolojik hafakanlar yaşayan birinin ruh halini yansıtıyor. Paranoyaklar bir arada cemaat kurmuş anlaşılan. Aynıların aynı yerde buluşması bildik bir hadise, buna bir kez daha tanık oluyoruz.

Tüm itirafçılar ahlaksızdır. İtirafçıların Başkan Öcalan’a yaptıkları suçlamaları hatırlayın. İnsan aklına ziyan suçlamalarını göz önüne getirin. Bu erdemsizlerin, ahlak yoksunlarının tüm yaptıkları Özel harp dairesi işidir. İtirafçı kamburlarını ötrem için tek yolları budur. Aynısını itirafçı Engin Erkiner tekrar ediyor. Bunların yaptığı güneşi balçıkla sıvamadır. Beyhudedir.

Ailesi tarafından terbiye edilmemiş birini asla terbiye edemezsiniz. İnsan erdemlerini yitirmiş birine kimse erdem öğretemez. Kurgularla, zaman ve söylem çelişkileriyle gerçeği kirletmenin yolu yoktur. İtirafçı Engin adam, tükendiği yerde bunu deniyor.

Türkiye devrimci hareketinde her türden tartışmaya tanık olduk. İhbardan, saldırıya kadar her şeyi gördük ama herkesin bir ahlak sınırı içinde durduğunu da gördük. Bu ahlaksızın “kayışı kopmuş”, ”çok yalan söyle, büyük yalan söyle inanmazlarsa kafaları bulandırırsın” diyen Nazi yalan makinesiyle tartışmayı seçmiş. Bu bir tükeniştir. Sol içi tartışmaların bilinen en çirkinini bu itirafçı yapmış oldu. İtirafçı, ihbar deryası, provokasyon çabası olan her bir çamur atma yazısı Özel Harp Dairesin uzantısı olarak yerini almış oldu. Kimliğini bilmeyenlere bu yolla açık kimliğini gösterdi.

Bu yaratıklarla benim seviye ihtilafım var. Farklı kulvarlardayız. Noktalanmış bir tartışmaya hiçbir nedenle dönmeyeceğim. Kimseyle şahsi bir kavgam olmayacak, benim davam halkımın çıkarlarıdır demokrasi ve özgürlük mücadelesidir. Bu çirkinlikleri yeminle bir kenara not olarak alıyor, zamana bırakıyorum.

İtirafçılık alnına yapıştı bundan kurtulamaz. Ebede kadar Mihrac Ural’ı yazsa da bundan kendini kurtaramaz. Allah kimsenin başına getirmesin.

İtirafçı Engin Erkiner’in kimliğini kendi el yazılı imzalı açıklamasıyla yeterince açık olarak ilan etmiştir. O da şudur:
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16