20 Aralık 2009 Pazar

Katliamın 9. yıldönümünde, Ulucanlar'da kalan eski bir tutsağın kaleminden:

9.YILINDA ULUCANLAR KATLİAMI VE MERKEZ KAPALI’NIN YEDİVEREN GÜLLERİ

Ulucanlar Cezaevi; tutsaklar arasında namı meşhur Şeftali Sokağı'nın sonradan daraltılmış hali
25 Eylül’ü 26 Eylül’e bağlayan gecenin sonunda sabaha doğru gelmişlerdi...Koğuşun tavanındaki mazgallardan, gözetleme kulelerinden gaz bombalarıyla, mermilerle saldırıyorlardı.Bir yandan da; Habiiip!... İsmeeet!... Cemaaaal!... Sadıııık!... Enveeer!... nidalarıyla alacakaranlığın sessizliğini yırtarak öldürecekleri insanların ismini okuyorlardı!..


Devletin elinde, dört duvar arasındaki devrimci sosyalist tutsaklara karşı planlı, programlı, tasarlanarak hazırlanan bu devlet katliamını; sabahın erken saatlerinden, hatta operasyonun başladığı alacakaranlıktan itibaren televizyon kanalları; "Ankara Ulucanlar Cezaevinde İsyan"!... diye duyuruyorlardı!...

Oysa "İSYAN" dedikleri şey 19 Eylül’de başlamış 25 Eylül’de "anlaşma" ile sonuçlanmıştı.Yıllardır 20-30 kişi kapasiteli; "devletin at ahırından bozma" koğuşlarda balık istifi 80-90-100 kişi kalan devrimci siyasi tutsaklar; "nefes alamıyoruz, bize bir koğuş daha açın" diye cezaevi idaresine, Adalet Bakanlığı’na dilekçe üstüne dilekçe vermişlerdi. Her seferinde de; "tamam bu sefer çözeceğiz, Adalet Bakanlığı’ndan onay bekliyoruz…" diye oyalanmışlardı.En son sayı 120’ye çıktığında artık tahammül sınırları çoktan aşılmıştı ve hala olumlu bir gelişme yoktu.Onlar da bir gün havalandırmanın duvarında eskiden açık olup sonradan tuğla ile örülen kapıyı yeniden açarak yan tarafta 15-20 adli tutuklunun bulunduğu 7. koğuşa geçerek "nefes alabilecekleri bir ikinci koğuş" sorununu yine cezaevi içinde fiilen çözmüşlerdi. Cezaevi idaresinden de bu durumu onaylamalarını ve yeni geçtikleri koğuşun boya ve badanasını yapmak üzere kireç-fırça ve boya istiyorlardı."İsyan" dedikleri buydu!..Tıpkı Yılmaz Güney’in ünlü "Duvar" filmine konu olan "Sübyan koğuşundaki isyan" gibi idi.

Onlar da kışın zemheri soğuğunda sobasızlıktan, kırık camlar nedeniyle kar, yağmur ve rüzgarda titremekten ve kişi başına günde verilen bir ekmekle doymadıklarından "soba, pencere camı ve iki ekmek" talebiyle "isyan" etmişlerdi.Bu kez bir hafta boyunca avukat ve aile görüşünün yasaklandığı, her an bir saldırı olur korkusuyla ailelerin ve demokratik kitle örgütü temsilcilerinin cezaevi karşısındaki parkta sabahladığı "gerginlik" 25 Eylül 1999 Cumartesi günü "anlaşma" ile sonuçlanmıştı.Koğuş temsilcileriyle cezaevi savcısı ve yönetimi arasında tutsakların vekili üç avukatın tanıklığında anlaşma yapılmış, koğuşlarını boyamaları için kireç, boya, fırça v.b. badana-boya malzemesi de verilmişti.…

Ve o gün Cumartesi olmasına rağmen Eski İHD Genel Başkanı, FİDEF Genel Başkan Yardımcısı Akın BİRDAL tahliye edilmişti.O gün bu tahliyeye kimse bir anlam verememişti.Hatta bunu da devletin bir "iyi niyet jesti" gibi algılayanlar bile olmuştu.O gecenin sabahında kanlı saldırı başladığında işin rengi açığa çıkacaktı...Çok sevdiklerinden değil ama bir süre önce İHD Genel Merkezi'ndeki bir suikastte kıl payı ölümden dönen Akın BİRDAL’a bu kez devletin güvencesi altındaki bir cezaevinde halel gelirse bunu dünya kamuoyuna anlatmakta zorlanacaklardı. İçeri saldıkları "ekibin" Akın BİRDAL'ı sağ bırakabileceklerine de güvenemedikleri için olsa gerek, cumartesi günü de olsa apar topar tahliye etmişlerdi.İlk saldırıda kurşunla yaralanan Ümit Altıntaş, Abuzer Çat ve henüz 17’sinde cezaevine düşen Zafer Kırbıyık katledilmişti. Habip Gül ise ağır yaralanmıştı.

Kalanlar gaz bombaları ve makineli tüfek tarakaları arasında yan taraftaki 4. koğuşa geçmişlerdi.Ranzalar-yataklar-yastıklar siper; içi su dolu leğenler ve ıslak havlular-çarşaflar gaz bombalarına karşı savunma araçlarıydı.Uzaktan avlayamadıkları tutsakları dışarı çıkarmak için itfaiye araçlarını yardıma çağırmışlardı.Melih Gökçek’in Büyükşehir Belediyesi’nden gönderilen itfaiye araçlarından 4. Koğuşa, havalandırmaya insan boyuna kadar köpük sıkılmıştı.Yangın söndürmede kullanılan köpük bu olayda insan boğmakta, yine yangın söndürmede kullanılan uzun demir kancalar insan avlamakta kullanılmıştı.Saatler süren tüfekli, gaz bombalı, köpüklü, kancalı saldırıyla direnç kırıldıktan sonra havalandırmaya dalan robocoplar yaralı ve bitkin tutsakları cam kırıkları üzerinden ayaklarından tutup kafa üstü sürükleyerek 500 metre ötedeki hamama götürmüşler, kullanılan zehirli gazlar saptanmasın diye üzerlerindeki tüm giysiler çıkarılıp çırılçıplak üst üste hamama yığılmışlar, sonra da kalaslarla öldüresiye dövülmüşlerdi.Bununla da yetinmemişler, kimisine özel işkenceler uygulamışlardı...Kalas darbeleriyle bütün vücudu, göğsü, omuzları, boynu, kafatası mosmor ve paramparça hale gelen İsmet Kavaklıoğlu’nu ayrıca hızar atölyesine götürüp belini 15 cm. uzunluğunda 2 parmak derinliğinde hızarla kesmişler, hayalarını, cinsel organını, bacaklarını kasatura darbeleriyle parçalamışlardı.

En son çenesinin altından sıktıkları, kafatasında sol kulağının arkasında kalan kurşun çekirdeğini kasaturayla kanırtarak çıkarmışlardı.Cemal Çakmak’ın bacaklarını delip geçen uzun namlulu kurşun yaralarına kalın demir mıhlar çakmışlar, göğsüne sıktıkları kurşunla "öldü" deyip; "leşini ordan alsınlar" diyerek Çankırı’ya gönderdikleri ring arabasının içine atmışlardı.Sabahın ilk saatlerinde vurulan Habip Gül, kanı çekilinceye kadar hastaneye gönderilmemiş, öğleye doğru hastaneye götürülürken öldürülmüştü. Yüzü-gözü kasatura darbeleriyle paramparça edilmişti!..Halil Türker’in karnı itfaiye kancası ile yarılmıştı.


9. yılında hala bu vahşeti anlatmaya kelimeler yetmiyor...Onlar; bacı, kardeş, eş ve çocuktular… Sömürü ve zorbalığın olmadığı sosyalist bir ülke ve dünya düşü -düşüncesi ile yola çıkmışlardı. Bir işçi mitinginde bildiri dağıtırken, bir memur mitinginde pankart taşırken izlenmiş, evlerine, işyerlerine yapılan baskınlardan götürülüp, işkenceli polis sorgularında alınan ifadelerle 15-20 yıla mahkum edilmişlerdi...Her şey baş-göz üstüne ama cezaevinde de olsa insan her zaman insandı. Balık istifi tıkıldıkları koğuşlarda fareler gibi havasızlıktan ölmek yerine nefes alabilecekleri bir koğuş istemişlerdi ve istemekle kalmayıp yan taraflarında bomboş duran olanağı fiilen kullanmışlardı.Bu son derece masum ve insani talepleri karşılandığında da kimsenin burnu kanamadan 1 hafta süren direnişlerine son vermişlerdi.Ama onlara "terörist" diyen devlet, onlarla yaptığı anlaşmayı demokratik kamuoyunu, ailelerini, avukatlarını kandırmak için iki yüzlü bir manevra olarak kullanmış, 24 saat bile beklemeden sabaha doğru içeriye saldığı ölüm mangalarıyla canlarını almaya gitmişti.Her türlü puşt işi zulme hazırlıklı olan onlar galiba bu kadarını da bu devletten bile beklememişlerdi. Yine de dört duvar arasında bütün güçleri ile direnmişlerdi.Katliamdan hemen sonra Kızılay Meydanı’ndaki protesto eyleminde Merkez Kapalı’nın yediveren gülleri ile çekilmiş fotoğrafı ile o her zamanki ağlarken gülümsermiş gibi, gülerken ağlarmış gibi duran hali ile, capcanlı, insanın gözünün içine bakan Abuzer Çat’ın görüntüsü yürekleri dağlıyordu.9 yıl sonra da onlar anmalarda, etkinliklerde koro halinde söyledikleri şarkıdaki gibiydiler."…dimdikti başlarıyiğit yoldaşlarınkızıl güller- karanfiller içinde…"Onlar bugün de taptaze anılarımızda Merkez Kapalı’nın yediveren gülleri idi.9 yıl sonra 10 kişiyi katleden, 100’e yakınını yaralayan katiller hala aramızda… kimseye bir ceza verilmiş değil...O günkü ölüm mangasının başında tanıdık bir isim; yıllar sonra Hrant Dink cinayetinde adı ön plana çıkan Trabzon İl Jandarma Alay Komutanı Albay Ali Öz!..

Devletin muhalif tutsaklara saldırısı Ulucanlar’la sınırlı kalmadı.O bir provaydı.1 yıl sonra 19 Aralık 2000’de 32 kişinin katledildiği, yüzlercesinin yaralandığı, büyük cezaevi saldırısının adını da "Hayata Dönüş" operasyonu koymuşlardı utanmazca...Onun da hesabını soran olmadı...Bugünlerde çokça; "demokratikleşme, Ergenekon, çetelerden hesap sorma" iddiaları havada uçuşuyor.Beri yanda devletin kirli yüzünü deşifre eden başta Temel Demirer gibi aydınlara peş peşe davalar açılmaya devam ediliyor.Bu konuda bir iç tutarlılıktan geçtik bir parça samimiyetten söz edilecekse Fırat’ın öte yakasındaki faili meçhullerin ve elbette cezaevindeki devrimcilere yönelik katliamların hesabı sorulmalıdır.Yoksa ozanın dediği gibi;"sabahın bir sahibi varSorarlar bir gün sorarlar…"Özgür ve sisteme aykırı düşünmenin, bu düşünceler doğrultusunda mücadele etmenin suç olmadığı, aykırı düşünenlerin işkenceye, zulme uğramadığı, öldürülmediği; öldürenlerden, kılına dahi dokunanlardan hesap sorulduğu bir ülke yaratıncaya kadar hangimiz özgür, hangimiz güvencede olabiliriz ki?..Devrimci tutsakları ruhen teslim almak için kanlı katliamlar pahasına açtıkları "5 yıldızlı otel konforundaki" F-tipi cezaevinde bugün darbeci emekli paşaların çok değil 1 ay gibi kısa bir sürede mesafe algısını kaybedip merdivenden yuvarlanarak boynunu kırması da tarihin bir ironisi olsa gerek.Ne demişler?.."Keser döner sap döner. Bir gün dönüp sahibini de keser..."

Kime niyet açılan F-tipi zindanlar açık kaldıkça daha kimleri konuk eder?
Kim bilir?..

22 Eylül 2008 Ankara

MAHMUT KONUK

7 Aralık 2009 Pazartesi

Kemal Doğan / BİR ENKAZ YIĞINI; HASAN BALCIOĞLU

BİR ENKAZ YIĞINI; HASAN BALCIOĞLU

Her alanda devrimciliğe savaş açmış bu enkaz yığını, hem kendi geçmişine hem de mücadele arkadaşlarına saldırmayı kendine görev edinmiş durumdadır. Onlar, devrimciliği her alanda bir sorumluluk olarak üstlenenlere karşı “eleştiri” kültüründen çok uzak, küfürvari bir yaklaşımla ne kadar ( devrimci ) olduklarını ortaya koymuş bulunmaktadır.

Devrimci mücadele uğruna şehit olan, o değerli insanlar üzerinden prim yapmaya çalışan bu adam, onlara kendi ağzıyla saygısızlık yapmaya devam ediyor. Kendi açmış olduğu sitesinde de bunu açıkça ifade ediyor. “…bizler örgütü yeniden inşa etmek değil de o tarihi sizlerle paylaşmak için vb…” şeklinde yazıyor. Evet, buradan çıkan sonucu anlamamak mümkün değil, herkes devrimci olmaz ne kadar öyle gözükmeye çalışsa da… Devrimcilik her alanda onun için mücadele etmektir. Bunu bir yaşam biçimi haline getirmektir.

Devrimcilik küfürleşme değil, sevgiyi, doğruluğu ve dürüstlüğü ister; birbirlerinin boğazından tutan değil, birbirlerine artılar kazandıran, eksiklerini arındıran bir ilişki ister. Devrimci olmak kişilik isteyen, onurlu olmayı, sorgulayıcılığı davranmayı, hesap verme ve hesap sormayı dayatan; ilkeli, prensipli olmayı, şerefli ve haysiyetli davranmayı, yaşamayı, söylediğini yapma ve sözüyle özü bir olmayı gerektirir.

Çok şey mi isteniyor sizce? Sıradan ilişkilerin içinde de olması gereken bu değerler aslında “insan olma”nın ortak değerleri değil midir? Siz ki sıradanlığa bile ulaşamamışken, burada hangi kimlik ve değerler adına kimleri temsil ediyorsunuz? Hangi inanç, öğreti ya da siyasi perspektifin içinde bu ahlak ve insanlık anlayışı var, söyler misiniz bana? Düşmansanız bunun da bir etiği olmalı. En kanlı savaşlarda bile düşmana karşı centilmenlik ilkesi hakim olmuş, bunu uygulamayanlarsa tarih boyu nesillerce yargılanmışlardır.

Kendime duyduğum saygı ve etik gereği, sizin insanlık tutumunuz için insana yakışmayan hiçbir sözcüğü kullanmamaya gayret gösteriyor ve sizi kendi halinize bırakıyorum.