24 Eylül 2009 Perşembe

Yürüyüş: Susmayacağız!


Devrimci-sosyalist basına yönelik baskı ve yasaklara bir yenisi daha eklendi. “Bağımsızlık, Demokrasi Sosyalizm için Yürüyüş” dergisinin 20 Eylül 2009 tarihli 194. sayısı İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nin 20 Eylül 2009 tarihli kararıyla toplatıldı ve yayını bir ay süreyle durduruldu.


Toplatma ve kapatma saldırısına “Bağımsızlık, Demokrasi Sosyalizm İçin Yürüyüş isimli gazetenin 20 Eylül 2009 Tarih ve 194. Sayısında yer alan terör örgütünün propagandasını ve suçluları övme içeren yazılar” gerekçe olarak gösterildi.Devletin sansür saldırısının ardından kapatma ve toplatma kararına ilişkin yazılı açıklama yapan Yürüyüş dergisi “Niye?” diyerek sordu. Verilen kapatma ve toplatma cezasını teşhir etti.Yürüyüş dergisinin 23 Eylül 2009 tarihli yazılı açıklamasında şu sözlere yer verildi:


"Biz ne yapacağız bu durumda?

Yeni toplatmaları göze alarak,


Yeni kapatmaları yaşayabileceğimizi bilerek,


Yeni yayın durdurmaların kapımızı çalabileceğini düşünerek yazmaya devam edeceğiz.

SUSMAYACAĞIZ..."

12 Eylül 2009 Cumartesi

12 EYLÜL FAŞİST CUNTASININ insanlara yaşattıkları


TKP'nin 30 Ağustos Açıklamasının Anlattıkları

Geçtiğimiz hafta 30 Ağustos'u geride bıraktık. Genelkurmay Başkanı'nın bu gün üzerine yaptığı açıklama tam da “Kürt açılımı” adı verilen sürece denk düştü ve bu konu üzerinde belirli siyasi mesajlar içeriyordu. Bu açıklama ve “Kürt açılımı” sürecinin değerlendirilmesi başlı başına ayrı bir yazı konusu. Bizim burada asıl ele almak istediğimiz ise, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un açıklamasında öne çıkan ve sloganlaştırılan “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” ifadesi üzerinden şekillenen, Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) 30 Ağustos açıklaması. Başlarken şunu belirtmekte yarar var; neredeyse her ülkede “ulusal bayram” adı altında bayramlar var; geçmişteki burjuva devrimlerinin yıldönümlerinde; sömürgecilikten kurtulan ya da emperyalist işgale uğramış ülkelerde. Bu bayramların ulusal olması onları sınıflardan muaf kılmıyor, bunu biliyoruz.

Türkiye'de de 30 Ağustos, ulusal kurtuluş savaşının kazanıldığı günü ifade ediyor. Marksistler, ulusal kurtuluş savaşlarının burjuva karakter taşıdığını ve -belirli bir tarihsel dönemde- bir burjuva ulus-devlet kurmaya hizmet ettiğini yüz elli yılı aşkın süredir ifade ederler. Dolayısıyla, proletarya enternasyonalizminin savunucuları olarak Marksistler hiçbir zaman burjuva sınıfının -aslında kendi bayramı olan ama tüm halka herkesinmiş gibi benimsettiği- bayramlarını kendi bayramları olarak görmezler. İşçi sınıfının ve Marksistlerin “ulusal” bir bayramı yok, çünkü işçi sınıfının yurdu-vatanı yok. Onun “bayram” adı altında “kutlanan” kimi önemleri günleri de asıl olarak burjuvaziye karşı uluslararası mücadelede sonucunda ortaya çıkan günler. Yukarıda kısaca ifade etmeye çalıştığımız sınıf perspektifinin enternasyonalist Marksistlerin görüşlerini ifade ettiğini tekrar belirtmek gerekiyor. Çünkü, kendisine “sosyalist, komünist” diyen kimi akımlar dünyaya ulusalcı-yurtsever küçük burjuva sınıfının gözünden bakıyorlar ve onların anlayışı savunduğumuz yaklaşımın tam karşıtı. Oportünizmin Muğlaklığı Oportünistlerin belirleyici özelliklerinden biri olarak muğlaklık, TKP'nin 30 Ağustos açıklamasına* şekil veriyor. “Yurtseverlik ve bağımsızlık” ideolojileriyle şekillenen Türkiye solunda, TKP'nin gerçektende bu burjuva sloganlarını en net şekilde savunan parti olduğunu belirtmemizde yarar var. Bunu belirtmemizin nedeni, TKP “Yurtsever Cephe”yi kurduğunda ona saldıran tüm Stalinist grupların da “yurtsever” oldukları gerçeğini gizlemeleri.


Bu durumda TKP “dinime söven Müslüman olsa” demekte elbette haklıdır, karşısında duruyor izlenimi veren siyasi gruplar aslında ondan farksızlar, bu noktanın genel olarak gözden kaçırıldığı görülüyor. Halbuki en sağda duranın TKP olması ve onun Stalinist solun 'şamar oğlanı' olarak kullanılması, diğerlerinin ondan özde farksız oldukları gerçeğini değiştirmez. TKP, küçük burjuva ulusalcılığının “sol”daki sesi işlevini görüyor, ancak o aynı zamanda “komünist” olduğunu da iddia ediyor, sonuçta ise oportünizme varıyor. 30 Ağustos açıklamasında “Başkasının yurduna göz dikenlerin sonu hüsrandır” başlığını uygun görmüşler. Yani deniyor ki; emperyalistler Anadolu'da yaşayan halkların yurduna göz dikti, sonuç: hüsran. İşte emperyalist savaş ve ulusal kurtuluş savaşlarının özeti! Sanki Osmanlı devleti birinci emperyalist paylaşım savaşına bir taraf olarak girmemiş gibi, yenilgiye uğramasının doğal sonucu olarak emperyalistler tarafından işgal edilmemiş gibi (yoksa Osmanlı halklara barış getirmek için mi savaşa girdi?)! Böylece TKP'nin ağzından resmi burjuva tarihi sol'dan okuyoruz. TKP, TSK'nin kutlamalarına selam veren bir üslupla giriyor 30 Ağustos açıklamasına. 30 Ağustos'u ve Başkomutan'ı selamlamadan önce “Emperyalizmin Anadolu macerası, 87 yıl önce yapılan son muharebeyle nihayetine erdi.” diye buyruluyor. Aslına bakılırsa TKP'nin bir bütün olarak bu açıklaması, yine bir bütün olarak küçük burjuva milliyetçi solun temel konularda tüm yaklaşımlarını ifade etmekte (emperyalizm, devlet, devrim, enternasyonalizm anlayışları). Bu emperyalizm anlayışına göre, dünyada birkaç -özellikle de ABD- emperyalist güç vardır, geri kalan ülkeler “bağımsızlık” mücadelesi verirler. Yani, 87 yıl önce emperyalist işgale son veren ulusal kurtuluş hareketine anti-emperyalist yaftası yapıştırırlar. Sanki emperyalizm kapitalizm değilmiş gibi ve emperyalizme karşı olmak kapitalizme karşı olmak anlamına gelmiyormuş gibi. Onlar eğer bunu kabul ederlerse “tam bağımsızlık” mücadelesi adı altında işçi sınıfını ve gençliği Türk burjuvazisine yedekleyemeyeceklerinin farkındalar, bu yüzden bunu asla kabul edemezler. Sömürgeci emperyalizme karşı mücadeleyle kapitalist emperyalizme karşı mücadeleyi aynılaştıran bu yaklaşımın doğal sonucu burjuvaziye yedeklenmektir.


Metin ardından bir çarpıtmayla devam ediyor. Yunan komünistlerinin işgal karşıtı propagandalarına selam gönderiliyor. Evet, bu kesinlikle doğru. Ancak gerçek dışı olan şey hem Türkiyeli hem de Yunan komünistlerinin yurtsever olduklarını ve bunun da bir erdem olduğunu iddia etmek. Gerçekteyse bu safsata dönemin komünistlerine yapılabilecek en büyük hakarettir ve mücadelelerini hiçe saymaktır. Yurtseverlik hiçbir zaman bir erdem olmadığı gibi baştan sona politik bir terimdir. Burjuva devrimlerinin ve onun başını çeken burjuvazinin ulusal bir pazar kurma (ulus-devlet) mücadelesindeki başat söylem yurtseverlikti, dolayısıyla politik olduğu kadar sınıfsaldı da ve hala öyledir. Asıl önemli noktaysa, hem Türkiyeli hem de Yunan komünistlerinin partilerinin Komünist Enternasyonal üyesi olması ve bu enternasyonalin, sosyal-yurtsever II. Enternasyonal'in inkarı olarak ortaya çıkmış olduğu gerçeği. TKP için “bu kadar cehalet tahsille mümkündür” demek Stalinizmi hafife almak olur. Onlar, II. Enternasyonal'in işçi sınıfını savaşa sürüklemesinde temel faktör olarak yurtseverlik ideolojisi olduğunu gizlerler, çünkü kendileri de II. Enternasyonal'in sınıf işbirlikçiliği programının bir bütün olarak sürdürücüleriler. Halbuki Komintern, kendisine üye olmak isteyen partilere koyduğu 21 koşulda bunu net bir şekilde ifade eder: “6. Komünist Enternasyonal'e katılmayı arzulayan her parti, sadece açık sosyal-yurtseverliği değil, sosyal-pasifizmin namussuzluğunu ve ikiyüzlülüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür...” Türkiye mi Dünya mı? Açıklama, devamında TSK'nin “Güçlü ordu, Güçlü Türkiye” sloganının 'militarist' olduğunu tespit ediyor. Önemli bir tespit! Sonra da deniyor ki “Bu sloganla, TSK'nın üst yönetimi ABD'nin bölge planlarına katılacağını üst perdeden ilan etmektedir.” Bir önemli tespit daha. Ancak birilerinin TKP'ye TSK'nin yıllardır “ABD'nin bölge planları”na katıldığını ve özü gereği militarist olduğunu açıklaması gerekiyor. Türk burjuvazisi, bir süredir kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda yalnızca bölgeye değil, Asya'dan Afrika'ya ve Balkanlar'a dünyanın birçok yerine asker gönderiyor. Ulusalcı sol, bunu “ABD istedi Türkiye yaptı” olarak okuyor olabilir, bunun nedeninin onların dünya görüşlerinde ve onu şekillendiren sınıfsal temellerinde yattığını az önce ifade etmiştik.


Bugün karşı karşıya olduğumuz durum, yalnızca ABD emperyalizmi ile değil AB emperyalizmi ile de Türk burjuvazisinin çıkalarının kimi noktalarda ortaklaşmış olmasıdır. İddia edildiği gibi Türkiye “bağımlı” yani sömürge ya da yarı-sömürge değil, bölgede oldukça güçlü bir konum ve geleceğe dair planları olan güçlü bir devlettir. Bu burjuva devletinin ordusu da elbette militarist olacaktır. Yine TKP'nin iddia ettiği gibi NATO'nun güdümünde bir TSK'den söz edilemez, aksine NATO içinde ağırlığı olanbir odudur TSK. Bu gerçeklere gözlerini kapayan TKP, burjuvazinin ve TSK'nin sloganının yerine kendi alternatif küçük burjuva ulusalcı sloganlarını koyuyor: “Güçlü Türkiye barışçı Türkiye'dir. Güçlü Türkiye bağımsız Türkiye'dir. Güçlü Türkiye egemen Türkiye'dir. Güçlü Türkiye, halkın Türkiyesidir. Eşitliğin ve özgürlüğün Türkiyesidir. Türkiye gerçek gücüne kavuştuğunda, emekçi halkın egemenliği bu ülkede gerçek olduğunda, ordusu da güçlü olacaktır.” Dikkat edilirse merkeze konan şey Türkiye'dir ve Türkiye'nin kurtuluşudur. İşçi sınıfı, dünya devrimi gibi şeyler mi arıyorsunuz? Onlar çoktan unutuldu; işçi sınıfının yerini yine bir muğlaklık ifadesi olarak halk, dünya devriminin yerini “bağımsızlık” ya da kendi ülkesinin kurtuluşu aldı. Bunlar, Doğu Bloğu'nun çöküşünden, burjuvazinin “Marksizm öldü” yaygarasından sonra ortaya çıkan şeyler değil, aksine neredeyse yüz yıllık bir geçmişi var: sosyal-demokrasi ve ardılı olarak Stalinizm. Bu her iki siyasi akımın da karşı-devrim safında oldukları gerçeği Marksistler için yeni bir şey değil elbette. Onlar her fırsatta işçi sınıfını burjuvaziyle işbirliğine götürerek, savaşa sürükleyerek ya da bizzat devrimleri bastırarak bu işlevlerini defalarca yerine getirdiler. Bugün de TKP ve benzerleri TSK'ye alternatif sloganlarla, daha yumuşak bir dille -ama aynı şeyi söyleyerek- işçi sınıfını ve gençliği burjuvaziye yedekleme davasını veriyorlar. Neyse ki işçi sınıfının siyasi önderliği onlarda değil. Marksistler, ulusalcı solun aksine “güçlü Türkiye” için değil, siyasi olarak güçlü uluslararası proletarya, onun “güçlü” dünya devrimi ve komünizm için mücadele ederler. Amaçları, ulusal duvarlarla bölünmüş “güçlü” Türkiye, Yunanistan, Almanya -her ne derseniz- ve onların “güçlü” ordularını yaratmak değil, aksine özel mülkiyet üzerine kurulu ulus-devletler sistemini, dolayısıyla onların adlarını ve onların ordularını yok etmektir. *http://www.tkp.org.tr/basin-aciklamalari/30-agustos-baskasinin-yurduna-goz-dikenlerin-sonu-husrandir

Yusuf Ateşçi

9 Eylül 2009 Çarşamba

YILMAZ GÜNEY ARKADAŞIM

Yıl 1972 Bolu'da 17 yaşında bir lise öğrencisiyim. Orta okuldan itibaren okulda öğretilenlerle yetinmiyor, çeşitli konularda okuyup araştırıyorum. O zamanlar Türkiye'de önemli olaylar oluyor, bunların ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Aynı zamanda tam bir sinema tutkunuyum. Sinemanın dışında zaten tiyatro vb.. yerler yok. O yıllar sinemanın çirkin kralı Yılmaz Güney'de kendimizden bir şeyler buluyoruz. Onun filmlerini görebilmek için bütün imkanlarımı zorlayarak çevre il ve ilçelere gidiyorum.


30 Mayıs 1972 ders yılının son günü, evimdeki bazı kitaplardan sol düşünceye sahip olabileceğim korkusuna kapılan bir yakınımın ihbarı üzerine beraber kaldığım bir kaç arkadaşla birlikte ‘yakalandık’ Suçumuz büyüktü: Bolu’da Dev-Lis kurmak. El konan suç delillerimiz ise hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak nitelikteydi. Fakir Baykurt’un Amerikan Sargısı, Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı’sı, Kemal Bilbaşar’ın Memo’su, Behice Boran’ın Türkiye’de Sosyalizmin Sorunları vb. Emniyetteki ayrıntıları geçiyorum.Dava büyüktü. Ankara'da ve İstanbul'da Balyoz harekatıyla darbeyi yiyenler, ikisinin ortasında (Bolu'da) mevzilenmişlerdi. Bu ve benzer gerekçelerle bizim davamızın Bolu'da görülemeyeceği, Sıkıyönetime gitmesi gerektiği düşüncesiyle önce Sakarya sıkıyönetimine, oradan da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına, Selimiye’ye getirildik. 30 gün kadar Harem yönündeki ‘Gözaltı’ kısmında kaldım. Burada Emniyetten ve kontrgerilladan, işkenceden geçip gelenleri gözlerimle gördüm. Tuvalete zamanında çıkarılmadığımız için yoğurt kaplarıyla ihtiyacımızı giderip camlardan aşağı atardık. Yan tarafımızdaki hücrede Ertuğrul Kürkçü kalıyordu. Tuvalete giderken sağa sola bakmak yasaktı. Ben her seferimde yumruğumusıkarak Kürkçü’ye selam verir, süngüyle uyarılırdım.Gözaltında yaşadığım ve bana ilginç gelen bir başka olay da, görevliler tarafından çekilen resimlerimizin sadece Tercüman gazetesinde çıkmasıydı.



Yani Tercüman gazetesiyle sıkıyönetim arasında diğer haber ajanslarından ayrı direkt ilişki vardı. Nitekim daha sonraları sayın İlhan Selçuk'un ifadelerinin yayımlanmasıyla hem o dönemdeki işkenceler bir kez daha belgelendi, hem de Tercüman kendini ele verdi.30 günlük gözetim süresinin sonunda mahkemeye çıktık ve tutuklandık. Buna çok üzülmedik. Türkiye'de bir büyük mücadele oluyordu ve biz de hiçbir katkımız olmamasına rağmen mücadelenin haklı tarafında yer alıyorduk.Tutuklanmadan sonraki tek düşüncem bir başka cezaevine mi gideceğim yoksa Selimiye’nin tutukevi kısmında mı kalacağım endişesi idi. Bunun nedeni bir gazetede okuduğum Yılmaz Güney’in Sağmalcılar’dan Selimiye’ye nakliyle ilgili bir haberdi. Sonunda istediğim oldu, Selimiye'nin diğer kısmına götürüldük. Yani Selimiye'de kaldık. Aşağından bir yatak ve bir battaniye aldıktan ve birkaç kat çıktıktan sonra demir kapı açıldı ve ben 17 yaşımda tam 16 ay beraber yaşayacağım arkadaşlarımın arasına katılmış oldum. Bu arkadaşların en değerlilerinden biri de şüphesiz Yılmaz Güneydi.Onu daha dış kapıdan girdiğimde koridorda elleri arkasında volta atarken tıpkı filmlerindeki gibi, omuzlarını aşağı yukarı sallayarak yürümesinden tanıdım. Daha o anda içimi bir sevinç kapladı, Sanki cezaevine girmemiştim de, Bolu’dan İstanbul’a Yılmaz Güney’i görmeye gelmiştim.



Yatağımı acele hazırladıktan sonra koridorda volta atanların arasına karıştım. Birkaç kez gidip gelmiştim ki ‘Delikanlı gel bakalım’ diyen bir ses duydum. Bu sesin sahibi Yılmaz Güney’di. Selimiye’nin duvarları oldukça kalındır ve pencereleri dış tarafından takılı olduğu için pencere önünde oturulabilir. İşte Yılmaz orada oturmuş beni çağırıyordu. Yanına gittim, nereden geldiğimizi ve suçumuzun ne olduğunu sordu. Ben de durumu anlattım. Bana üzülmeye gerek olmadığını, Türkiye'de sınıf mücadelesinin şiddetlendiğini, bunun sonucu olarak egemenlerin en ufak bir uyanışa bile tahammül edemediği için bizim gibi daha birçoklarını hiçbir suçları olmadığı halde cezaevlerine doldurduğunu anlattı.Cezaevinde bulunduğum süre içinde Yılmaz Ağabeyden çok şey öğrendim. Kesinlikle söyleyebilirim ki orada en çok çalışan (okuyup yazan) Yılmaz Güney’di. Buna rağmen günlük görevlerini diğerleriyle birlikte aksatmadan yürütürdü. Bir defasında değer verdiğim bir devrimcinin Yılmaz Ağabey bulaşık yıkarken ona bıraktırmaya çalıştığını gördüm. Yılmaz Ağabey de, bir daha hiç kimseye karşı bu şekilde hareket etmemesi gerektiğini anlattı. Birinin değeri düşerken diğeri yükseliyordu. Sanatçı kişiliği ve devrimciliğinden öte Yılmaz Güney çok iyi bir insandı. Cezaevinde birbirleriyle sürtüşme halinde olanlar vardı. Kendinin de bir yanı olmasına rağmen, içerde olduğumuz gerekçesiyle onları uzlaştırmaya çalışırdı.



En yakınındaki, en çok güvendiği arkadaşları bu zor günlerde ona sırt çevirmişlerdi. Cezaevinde oluşundan yararlanmak isteyen, leş kargaları vardı. Bütün bunlara karşın insanlara güvenir ve elinden geldiği kadar herkese yardım ederdi.Yılmaz Güney aynı zamanda çok akıllı bir insandı. Onun kafasında her şey o kadar berraktı ki, önemli teorik konularda hiçbir bocalama göstermezdi. Tarihi materyalizmle ve diyalektik yöntemle ilgili konuları günlük yaşamdan basit örneklerle anlatmada çok usta idi. Daha 1972-73'lerde Türkiye sol hareketini ve geçmişini, bugün birçoklarının ortak olduğu noktalarda odaklaştırarak yapıyordu. Türkiyemizde gerçekten çeşitli alanlarda bu arada sinemada da çok değerli sanatçılarımız yetişmesine rağmen, Yılmaz Güney kadar sanatın sınıf mücadelesinden ayrı olmadığını, tersine onun bir aracı olduğun kavrayanı azdır. Yılmaz sinemanın kitleleri bilinçlendirmedeki büyük önemini çok iyi biliyordu. Ama yaşanan olaylar istediklerini gerçekleştirmesine engel oldu.Yılmaz Güney’le beraber spor yaparak, satranç oynayarak uzun uzun sohbet ederek 16 ay birlikte kaldım. Bu süre içinde bir gün olsun moralinin bozuk olduğunu, umutsuz olduğunu görmedim. Oysa hakkında ağır hapis cezaları isteniyordu. Sinemayla ilgili başka davaları vardı. Son derece kararlı ve azimli bir devrimciydi. Birçok hata yaptığını ve çıkınca bu hataları telafi edecek çalışmaları kısa sürede tamamlayacağını söylerdi. Üzgün bir arkadaşımızı gördüğünde onunla mutlaka ilgilenir, derdine ortak olurdu. Çoğu zaman bizleri güldürmek için birtakım taklitler yapar ya da neşeli şeyler anlatırdı. Kendisinin de, bir defa görenin gözünden kolay silinmeyecek güzelim bir gülümseyişi vardı. Tabii bu birlikteliğin getirdiği daha birçok irili ufaklı anı var.Ancak bunların hepsini anlatmaya gerek yok. Ben 1973'ün sonbaharında, arkadaşlardan ayrılmanın hüznü ve dışarı çıkmanın sevincinin birbirine karıştığı duygularla tahliye oldum. Yılmaz Güney de 1974 baharında dışarıya çıktı.



Yılmaz Güney hemen sinema çalışmalarına koyuldu. İçerde iken tasarladıklarını gerçekleştirmeliydi. Selimiye'de iken 'Kafalarına balyoz gibi inen filmler yapacağım' diyordu. Onu bu dönemde Güney Filmcilik binasında bir defa ziyaret ettim. Eşi Fatoş ve oğluyla tanıştım. Daha sonra Yumurtalık olayı oldu.Yılmaz'ın tahliye olduğu dönemle tekrar demir kapılar ardına kapatıldığı o kısacık zamanda yaptıkları dışarıda olsa neler yapabileceğinin en güzel örnekleriyle doludur. Gerçi o içerde olmasına rağmen çoklarının özgürken yapamadığını gerçekleştirmiş bir insandır.Adana'dan Ankara Merkez Cezaevine getirildiğinde tekrar görüşme imkanı bulabildim. Cezaevinin giriş kapısında görüşebileceklerinin isim listesi vardı. Bu listenin dışında kimseyle görüşmüyordu. Güney Film'den geldiğimi söyleyerek görüşmek istedim. Kendisine haber verdiler. 'Ben müzelik miyim' diye söylenerek görüş yerine geldi. Ben de gerçekten müzelik olduğunu söyledim. (Uluslararası değerli bir sinemacı olduğu kabul edilerek dünya sinema müzesine bir resmi konmuştu.) Orada ilk defa üzgün gördüm kendisini... Bu görüşme, geçmiş olsunla halhatır sormakla geçen kısa bir görüşme oldu.Yılmaz Güney'i son olarak 1978’in sonlarında İstanbul Toptaşı Cezaevinde ziyaret ettim. Askere gideceğim için görüşmek istedim, Güney dergisinden arkadaşların yardımıyla, normal görüş yerinde değil de özel olarak görüşme imkanı buldum. Aradan birkaç sene geçtikten sonra beni tekrar karşısında görünce çok sevindi. Orada da çok üzgün gördüm kendisini. Ama bu üzüntüsünün esas nedeni Türkiye sol hareketinin o gün içinde bulunduğu durumdu. Devrimciler bölük pörçüktü ve birbirlerine saldırılarını öldürmeye kadar vardırmışlardı.




Nasılsın falan dedikten sonra ilk sözü ,’Ne olacak böyle halimiz’ oldu. Türkiye’de sol potansiyelin çok güçlü olduğunu, ama devrimcilerin yaşanan olaylardan gerekli dersleri alamadıkları, bölünmelerin ne kadar zarar verdiği üzerinde durdu. Gerçi bu durumdan herkes şikayetçiydi, ama o bunun acısını yürekten duyan biriydi. Toptaşı'nda da güncel konular üzerinde uzun uzun tartıştık. Bu onu son görüşümdü.Bu anılardan sonra Yılmaz’la ilgili genel değerlendirmelere ilişkin bazı düşüncelerimi de belirtmek isterim. Yılmaz Güney için çok şey söylenecektir. Bazı gazete ve dergilerde çıkan yazılara baktığımda onun birçok yönünün eksik ele alındığına veya yanlış anlamalara yol açacak şekilde değerlendirildiğine tanık oluyorum. Şimdiye kadarki en derli toplu değerlendirme Yeni Gündem'de çıkan Murat Belge'nin yazısı idi. Ama öyle güzel bir yazıda bile çok dikkat çeken önemli bir eksiklik ve bir de çok yanlış bir değerlendirme vardı. O yazının eksik yanı, Yılmaz'ın yazarlık yanına hiç değinilmemiş olmasıdır. Yılmaz Güney sinemadaki başarılarının yanında aynı zamanda çok değerli bir yazarımızdı. İyi denebilecek bir roman yazarıdır. Murat Belge'nin yazısındaki yanlış yorum ise onun bencil olarak tanıtılmasıdır. Yılmaz bencil olmamak için adını mı değiştirecekti? Herkesin bir adı var ve o adla anılır. En toplumcu kimdir? Marks mı, Lenin mi? Onların da adları var. Derginin adının Güney olması konusunda da Yılmaz haklıdır. Çünkü Yılmaz hayatı boyunca çok istismar edilmiş bir insandı. Devrimcilere el uzattı, THKP-C militanı oldu. TSİP’in kuruluşunu kutladı, TSİP milletvekili adayı oldu. Yurtdışında bir toplantıya katıldı, TKP temsilcisi oldu. Bu kadar istismar edilen bir insan başka nasıl hareket edebilirdi? Bazıları onun sinema dışına taşmasını, önemli siyasi ve ideolojik konularda söz söylemesini doğru bulmuyor. Gerçekten de sadece sinemayla ilgilense çok daha fazla şey yapabilirdi. Ama onu çeşitli konularda söz söylemeye iten en önemli etken Türkiye'de kitleleri kucaklayan, doğru siyasi tespitleri olan bir partinin olmayışıdır. Yoksa Yılmaz Güney kesinlikle liderliğe soyunan bir devrimci değildi. Tam bir sinema aşığıydı. Sinemanın da, mücadele için anlamını çok iyi biliyordu.



Belirli zamanlarda Yılmaz’ın adını ağızlarına almayanlar, çok şey yazıp çizecekler. Yılmaz gene istismar konusu olacak, bunu önlemek güç. Tek istediğim, bütün yazılanların Yılmaz’ın adını hiç duymayanlar ile 'Yılmaz Güney'in Türkiye ilerici çizgisinde çok önemli bir kişilik olduğunu sanmıyorum' (Yeni Gündem, Sayı 43) diyenlere, onu daha iyi tanıtmasıdır.Bütün emekten yana olanların yapması gereken ise Yılmaz Güney’in eserini gerektiği gibi değerlendirerek, emekçi sınıfların ve Türkiye devrimci hareketinin hizmetine koymaktır.Bugün Yılmaz unutturulmaya çalışılmaktadır; ama bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Türkiye var oldukça, emekçi sınıflar var oldukça ve Türkiye sineması var oldukça, Yılmaz Güney'in yok olması mümkün değildir. Yılmaz’ı kitlelere en iyi tanıtacak şüphesiz onun kendi eseridir. Yılmaz kadar olmasa bile halkına karşı en ufak sorumluluk taşıyanların bu eserlerin yok edilmesine göz yummamaları gerekir. Onu tanıyan bütün emekçilerin olduğu gibi, benim de başucumdan resmi ve yüreğimden sevgisi hiç eksik olmadı. Ben yok oluncaya kadar da olmayacak.



Cezaevi Arkadaşı ; Ahmet Cantürk